16 Haziran 2012 Cumartesi

İNKARCILARA SEVGİ DUYMAMA


İnsanın Kuran ahlakını hakkıyla yaşayabilmesi için, cahiliye toplumunun tüm ön yargılarından, batıl inanışlarından ve değer yargılarından tamamen kopması gerekmektedir. Terk edilmesi gereken kavramların başında da, cahiliyenin sevgi anlayışı gelir. 

Cahiliyede sevgi menfaat üzerine kuruludur. İnsan bir diğer insanı kendisine menfaat sağladığı, kendisine baktığı ya da en azından iyi davrandığı için sever. Sevginin bir diğer ölçüsü ise kan bağıdır; insanlar kendi ailelerinden, sülalelerinden, "aşiret"lerinden hatta kimi zaman milletlerinden olan başka insanları sırf aralarındaki kan bağı nedeniyle severler. 

Oysa mümin için sevginin kıstası bunlar değildir. Çünkü o, herşeyden fazla olarak Allah'ı sevmektedir. Bu, Kuran'da şöyle açıklanır: 

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165) 


Allah'ı herşeyin üstünde tutan mümin, diğer insanları da Allah'a olan yakınlıklarına göre sever ya da Allah'a olan nankörlüklerine göre onlardan uzaklaşır. Allah'a nankörlük eden, O'nun dinine düşman olan insanlar kendisine çok yakın olsalar da hiçbir şey değişmez. Kuran'da müminlerin bu vasfı şöyle anlatılır: 

Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir. (Mücadele Suresi, 22) 

İnkarcılara karşı az da olsa sevgi beslemek ise, Allah'ın rızasına aykırı bir harekettir ve asla mümine yakışmaz. Kuran'da, bu konuda müminler şu şekilde uyarılmaktadırlar: 

Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine Suresi, 1) 

Hz. İbrahim ve kavminin tavrı, tüm müminler için mükemmel bir örnektir: 

İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir..." (Mümtehine Suresi, 4) 

HİÇBİR ŞEYİ ALLAH'TAN, ELÇİSİNDEN VE MÜCADELEDEN ÜSTÜN GÖRMEMEK 

Müminin yükümlülüğü, tüm yaşamı boyunca Allah'a kulluk etmektir. Allah'a kulluk etmek dışında başka herhangi bir mantık üzerine kurulmuş olan bir hayat, Allah'ı inkar etmek ya da O'na ortak koşmak anlamına gelir ki bu davranışın sonu cehennem olabilir. 

Bir başka deyişle, dünya yaşamının tümü, mümin için bir araç olmalıdır. Hayatın her parçasını, Allah'a yakınlaşmak ve O'nun dinine hizmet etmek için bir vesile olarak görmelidir. Eğer araç amaç haline gelirse, ki inkarcıların yaptığı budur, o halde ortada büyük bir tehlike var demektir. 

Kulluk etmekten başka bir amaç için yaşamayan mümin, dünyadan çoktan vazgeçmiştir. Allah, bu durumu şöyle açıklar: 

Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111) 

Müminler mallarını ve canlarını Allah'a adamışlardır. Dolayısıyla, malları ya da canları üzerinde herhangi bir tasarrufları olamaz. Allah neyi emrederse, onu şevkle yaparlar. Allah bir nimet verirse, onu kullanır ve Rabbimize şükrederler. 

Böyle bir mümin, hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz ve dünya üzerindeki hiçbir şey de onu mücadeleden alıkoyup oyalayamaz. Allah'ın emrini yerine getirmek için dünyanın en güzel nimetlerini bırakıp bir anda kendisini ölüm tehlikesinin içine atabilir. Aksi bir tavır ise, insanın malını ve canını satmadığını, hala onları sahiplendiğini gösterir ki, sonu hüsrandır. Allah şu hükmü verir: 

De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulü'nden ve O'nun yolunda cehd etmekten (çaba harcamaktan) daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24) 

Bu iman ve bu bilinç Peygamber Efendimize tabi olan sahabelerde o kadar güçlüydü ki, savaşa gitmekten çekinmek bir yana dursun, Peygamberin yanında savaşa gidebilmek için her yolu deneyen, gitmek imkanı olmadığında ise üzüntüsünden ağlayanlar vardı. Allah, bu salih müminlerle mücadeleden kaçan kişiler arasındaki farkı şöyle haber verir: 

Allah'a ve elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. 

Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. 

Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları halde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler. (Tevbe Suresi, 91-93) 

GEVŞEMEME, ÜZÜLMEME, HÜZNE KAPILMAMA 

Mümin, Allah yolunda uzun ve zorlu bir mücadele yürütür. Karşısında çoğu kez kendisinden teknik olarak daha güçlü, daha kalabalık görünen din aleyhtarı vardır. Ancak yine de Allah, Kuran'ın yolunu izledikleri sürece, bu kişilere karşı müminleri üstün kılar. 

Bu başarının sırlarından biri, müminlerin asla gevşemeden, şevk ve heyecanla mücadelelerini sürdürmeleridir. İnkarcılar ise böyle olamazlar; dünyaya olan bağlılıkları, korkuları, zaafları, inançsızlıkları nedeniyle, bir zorluk karşısında moralleri bozulur ve gevşerler. Müminler ise Allah'ın ayetlerinde bildirdiği üzere kesin galip olacaklarını bilmenin verdiği şevkle ve Allah'ın kalplerini sağlamlaştırması sayesinde, gevşekliğe kapılmazlar. Kuran'da, iman edenlerin bu vasfı şöyle anlatılır:
Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. (Al-i İmran Suresi, 146) 

Ancak üstteki ayetten de anlaşıldığı gibi, müminlerin de gevşekliğe kapılmamak, mücadele azmini ayakta tutmak için Allah'a dua etmeleri gerekmektedir. Çünkü nefis, insanı gevşekliğe sürüklemeye çok eğilimlidir. Şeytan da bir yandan sürekli fısıldadığı vesveselerle aynı amaç için çalışır. Mümin topluluğunun arasına girmiş olan ikiyüzlü münafıklar da, uygun ortam bulduklarında, aynı telkinlerde bulunurlar. Örneğin savaş sırasında Peygamberimizin ashabına "... Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün..." (Azhab Suresi, 13) diyenler gibi, ümitsizlik ve bozgun yaratmaya çalışırlar. Allah da tüm bu olumsuz etkenlere karşı müminleri uyarır: "Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler." (Rum Suresi, 60) demişlerdir. 

Mümin, Kuran ayetlerini ölçü alır, yalnızca kendinden sorumlu olduğunu bilirve başkalarının zayıf davranması onu etkilemez. Karşı tarafın gücü de onu hiçbir şekilde yıldırmaz. Tüm yaşamı Allah içindir ve dolayısıyla sonuna kadar da Allah rızası için ibadet etmeyi sürdürür. Allah ayetlerinde şöyle hükmetmektedir: 

Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139) 

(Düşmanınız olan) Topluluğu aramakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umud etmediklerini Allah'tan umuyorsunuz. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 104) 

NAMAZDA HUŞU 

Namaz insanın Allah'a kulluk ettiğinin en açık ifadesi olarak büyük bir önem taşımaktadır. İnsanı Allah karşısında secdeye vardıran bu ibadet Müslümanlık alametidir. 

Ne var ki bazı insanların namaz kılmalarındaki amaç farklıdır. Söz konusu kişiler bu ibadetlerini yerine getirirken yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacında değildirler. Ayetlerde bu kişilerin ruh hali şöyle açıklanır: 

İşte (şu) namaz kılanların vay haline,
Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,
Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6) 

Ayetlerde bildirildiği üzere bazı insanlar namazı başkalarına "Müslüman" olduklarını göstermek için kılmaktadırlar ve dolayısıyla sevap kazanmak bir yana, büyük bir günah ve sapma içine düşmektedirler. 

Namaz gibi önemli bir ibadeti Allah katında makbul hale getiren şey ise, kılan kişinin Allah'ın önünde secde ettiğini, O'na boyun eğdiğini bilmesi ve yalnızca bu amacı taşımasıdır. Bu nedenledir ki Allah, müminlere "... Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun" (Bakara Suresi, 238) emrini verir. 

Bir başka ayette ise müminler şöyle tarif edilir: "Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır". (Müminun Suresi, 2) Huşu, "saygı dolu bir korku, yumuşama, derin bir saygı" anlamına gelmektedir. Bu arada, Arapçada her ikisi de "korku" anlamına gelen "huşu" ve "havf" kelimelerinin arasındaki ince farka da dikkat etmek gerekir: Havf, basit ve içgüdüsel bir korkudur. Kuran'da inkar edenler ve hayvanlar için kullanılır. Müminlerin Allah'a karşı duydukları korku ise, aklın ve vicdanın bir sonucu olarak ortaya çıkan ve saygı dolu, içli bir korkuyu ifade eden "huşu" kelimesidir. Namaz ise, ancak huşu içinde kılındığı zaman makbul olur. 

Böyle bir namaz, insanın Allah'a olan yakınlığını ve takvasını artırır. İnsanı manen ayakta tutar. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır: 

Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45) 

ALLAH'I ÇOKÇA ZİKRETMEK 

Şimdiye dek değindiğimiz tüm mümin özellikleri ve temel imani konular, insanın kendisini Allah'a adamasını, Allah için yaşayıp, Allah için mücadele etmesini gerektirmektedir. 

Allah'a adanmış bir hayat ise, elbette Allah'la yakın bir diyalog kurulmadan mümkün olmaz. Bu diyaloğun yolu ise, "zikir" yani Allah'ı anmadır. Mümin, "Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikredin" (Ahzab Suresi, 41) hükmü gereği, günlük hayatının her aşamasında zikir ve dua halinde olmalı, verilen nimetlere karşı için için şükretmeli, hataları dolayısıyla bağışlanma dilemeli, yapacağı işler için yardım istemeli ve sık sık Allah'ı tesbih edip yüceltmelidir. Mümini, Hz. İbrahim gibi "Allah'la dost" kılacak olan ibadet, bu zikirdir. Bir ayette, zikrin nasıl yapılması gerektiği şöyle bildirilir: 

Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma. (Araf Suresi, 205) 

Kuran'da, "... Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür..." (Ankebut Suresi, 45) buyrulmaktadır. İbadetler Allah anılarak ve Allah'ın rızası düşünülerek yapılmazsa karşılıksız birer amel haline gelebilirler. Bu nedenle Kuran'da, peygamberlerin vasıfları anlatılırken, Allah'ı zikretmelerine sıklıkla dikkat çekilir. Sad Suresi 30. ayette, "Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi" buyrulmaktadır. 

BİR TOPLULUKLA KARŞILAŞILDIĞINDA ALLAH'I ÇOKÇA ZİKRETMEK 

İman eden bir insanın hayatındaki en önemli vazifesi Allah'a ibadettir. Bu ibadetin en önemli kısımlarından biri ise, Allah'ın seçip beğendiği dini tebliğ ederek ve Kuran'da bildirildiği üzere, "şeytanın fırkasıyla" mücadele ederek yapılmaktadır. Bu mücadele ise, hemen her zaman son derece zorlu ve şiddetlidir. Tarihteki örneklerine baktığımızda Müslümanların karşısındaki kişilerin hem sayıca hem de malca üstün olduklarını görürüz. 

Ancak iman edenler buna aldırmazlar. Çünkü bilmektedirler ki, zafer, sayı ya da araç üstünlüğüyle değil, ancak Allah'ın vermesiyle olur ve Allah onu dilediğine verir. Nitekim İslam Tarihi de ayetteki, "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara Suresi, 249) hükmünün sırrıyla kazanılmış zaferlerle doludur. Zaferi getiren, imandır. İnkarcıların bilmediği ve hiçbir zaman da kavrayamayacağı bu batıni gerçek, Kuran'da şöyle açıklanır: 

Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokca zikredin. Ki kurtuluş (felah) bulasınız. (Enfal Suresi, 45) 

Ayetleri ve Hikmeti Akılda Tutmak 

Müzemmil Suresi 73. ayetinde bildirildiği gibi gün boyunca müminler için uzun uğraşlar vardır.
İşte iman eden bir insan yaptığı iş ne olursa olsun Allah'la olan bağlantısını kaybetmez. Kuran'da kendisine öğütlenen ahlakı göz ardı etmez. Bir ayette iman edenlerin bu vasfı şöyle anlatılır:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
Bu vasfın önemli bir parçası ise, Allah'ın ayetlerini akılda tutmak, Kuran'ın hikmetini asla unutmamaktır. Ayette, peygamber eşlerine verilen "Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır." (Azhap Suresi, 34) emri, kuşkusuz tüm müminler için yol göstericidir. Mümin, Allah'ın ayetlerini düşündüğü sürece, dış dünyada bunların tecellilerini görecek ve Allah'a daha çok yaklaşacaktır. 

BOŞ VE YARARSIZ ŞEYLERDEN YÜZ ÇEVİRMEK 

Müminin kalbi, boş ve yararsız şeylere ilgi duymaz ve bu tür şeylerle tatmin olmaz. İnkarcılar için çok büyük önem taşıyan dünya işleri, mümin için ancak dinin menfaatleri gerektirdiğinde ilgilenilecek, onun dışında zerre kadar değer taşımayacak konulardır. İşte bu nedenledir ki Kuran'da, müminler, "Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir" diye tarif edilir. (Müminun Suresi, 3) 

Ayette, müminin boş ve yararsız bir konuşma veya olayla karşılaştığında bundan yüz çevirip, kendini faydalı bir işe kanalize etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu, her zaman Allah'ın rızasına en uygun tavırdır. Müminin bunu yapması için kendini hiç boş bırakmaması, sürekli dikkatli ve ne yaptığını bilen bir tutum içinde olması gereklidir. Basit insanlarla basit tartışmalara girmek, dinin menfaatleri dışında herhangi bir konunun mücadelesini vermek mümine yakışmaz. Kuran'da, örnek mümin tavrı şöyle tarif edilir: 

'Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55) 

Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. (Furkan Suresi, 72) 

Mümin bir işi bitirdiği zaman da, hiç durmadan başka bir işle uğraşmaya başlamalıdır. "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et" hükmü, bunu gerektirir. (İnşirah Suresi, 7-8) 

İTİDALLİ OLMAK 

Müminin itidalli olması öncelikle haddi aşmayarak yalnızca helal dairesi içinde hareket etmesini ifade eder. Bu, ilk bakışta teknik bir sakınma gibi görünse de, gerçekte tutarlı bir ruh halini gerektirir. Çünkü mümin kimi zaman cahiliye toplumunun arasına girecek, onlarla muhatap olacaktır. Cahiliyenin hakim olduğu ortamlarda gereken davranışları göstermesi ve kendini cahiliye kültürünün etkisine bırakmaması, ölçülü ve olgun davranması gerekir. 

Elbette yalnızca cahiliye ortamlarında değil, müminler arasında da ince düşünceyi ve itidali gerektiren durumlar vardır. 

İman eden bir insan her an aklını kullanarak, aşırı ve sivri hareketlerden uzak durması gerektiğini bilir. Olaylar karşısında heyecanlanmayan, hiçbir zaman soğukkanlılığını kaybetmeyen bir karaktere sahip olmak için dikkat sarf eder. İmanın verdiği itidal ile akıldan uzaklaşmayan, ani üzüntü ya da sevinçlere kapılmayan bir karakter geliştirir ve bu konudaki kararlılığını her hareketinde gösterir. İman edenlerin söz konusu dengeli ve istikrarlı ruh halleri pek çok ayette tarif edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir: 

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.
Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23) 

İNSANIN MELEK ŞAHİTLERİ 

Pek çok insan, başka insanlar tarafından görülmediği zamanlarda, tümüyle "yalnız başına" kaldığını düşünür. Oysa bu bir yanılgıdır. Çünkü Allah her zaman onun yanındadır ve yaptığı herşeyi görmekte ve duymaktadır. Allah'ın, insanın yaptığı tüm işleri yazmakla görevlendirdiği melekler de insana bütün hayatı boyunca şahittirler. Kuran'da bu durum şöyle haber verilir: 

Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken. O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 16-18) 

İnsanın her iki yanında görevlendirilen bu meleklerin yazdıkları, mahşer günü ortaya konur. Ve insanlar, dünyada yaptıkları bu işlerden sorguya çekilirler. Kuran'da, o gün yaşanacaklar şöyle anlatılmaktadır: 

Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse, 
O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek,
Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır.
Kimin de kitabı ardından verilirse,
O da, helak (yok olmay)ı çağıracak,
Çılgın alevli ateşe girecek.
Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi.
Doğrusu o, (Rabbine) bir daha dönmeyeceğini sanmıştı.
Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini çok iyi görendi. (İnşikak Suresi, 7-15) 

VERİLEN BORCUN YAZILMASI 

İnsan, yaratılışı gereği unutkan bir yapıya sahiptir. Bu sebeple Allah, müminler arasında geçici bir borç ilişkisi olduğunda bunun şahitler gözetiminde yazılmasını emretmiştir: 

Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 282) 

Başka bir ayette de, bu borcun bağışlanmasının daha hayırlı olacağı şöyle haber verilir:

Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) Sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. (Bakara Suresi, 280) 

YAPMAYACAĞI ŞEYİ SÖYLEMEMEK 

Allah, müminleri verdikleri sözleri tutmakla yükümlü kılmıştır. Bir ayette şöyle denir: "... Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur." (İsra Suresi, 34) 

Çünkü güvenilir olmak, müminin önde gelen vasıflarından biridir. Tüm resuller kavimlerine kendi güvenilirliklerini göstermişler, dürüst ve ahlaklı kişiler olarak tanınmışlardır. Bu durumda, güvenilirliğin önemli bir parçası olan ahde vefa büyük önem taşır. 

Mümin verdiği sözleri tutmalı, gerçekleştiremeyeceğini düşündüğü vaatlerin altına ise hiç girmemelidir. Ayette bu konu çok açık bir biçimde şöyle hükme bağlanır: 

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saff Suresi, 2-3)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder