Allah bir ayetinde, duanın önemini şöyle ifade eder:
De ki: 'Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?'... (Furkan Suresi, 77)
Gerçekten de dua, bir mümini
inkar edenlerden ayıran, Allah katında "değerli" kılan temel
ibadetlerden ve imanın en açık göstergelerinden biridir.
İnsanların çoğu, tüm evrenin
bir maddeler toplamı olduğunu ve bu maddelerin de, hiçbir ilahi kontrol
olmadan birbirlerini etkileyerek hareket ettiklerini sanır. Gerçekte var
olan herşeyin Allah'ın iradesine boyun eğmiş olduğunun, herşeyin ancak
Allah'ın "Ol" emri ile olduğunun farkında değildirler. Bu nedenle de,
tüm yaşamları, bu maddeler dünyasında mücadele, çaba ve uğraşı içinde
çalışmakla geçer.
Ancak iman eden bir insan
evrenin sırrını bilmektedir. Bu nedenle, istediği bir şeye ulaşmanın
asıl yolunun, o şeyleri kontrol edenden istemek olduğunu da anlar. Bilir
ki, Allah, herşeyi Kendi iradesine boyun eğdirmiştir, herşeye hakimdir
ve Kendisinden yardım isteyen kullarına da şefkatle cevap verir. Allah
bir ayetinde kullarına şöyle seslenir:
Kullarım Beni sana
soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği
zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma
cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu
bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)
Ancak bilinmelidir ki,
"icabet", duada istenen herşeyin verilmesi demek değildir. Çünkü insan
cahildir ve ayette ifade edildiği şekliyle "... hayra dua ettiği gibi, şerre de dua etmektedir"
(İsra Suresi, 11) . Bu nedenle Allah, her duaya icabet eder, ama bazen
isteneni verir, bazen de o istenen şey gerçekte bir "şer"dir; vermez.
Duanın ne olduğunun ise yine
Kuran'a bakarak belirlenmesi gerekir. Allah duayı yalnızca Kendisine has
kılınmış, korku ve umutla, yalvara yalvara, için için yapılacak bir
ibadet olarak tarif etmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan, Allah'ın
azametini takdir edemeyen bir dua, gerçek bir dua olmayacaktır. Dua
ancak, ihlaslı, candan, samimi bir biçimde, çok isteyerek, yalvararak,
Allah'tan korkarak ve karşılığını görmenin umudu içinde olarak
yapıldığında gerçek manada dua olur.
Duada belli bir konsantrasyon ve Allah'la çok içten bir bağ kurmak gerekir. Nitekim Kuran'daki, "Rabbinize
yalvara yalvara ve için için dua edin... O'na korkarak ve umut
taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek
yakındır" (Araf Suresi, 55-56) ayetleri, duanın şeklini en açık
biçimde tarif eder. Bir başka ayette ise Allah'ın isimleri ile dua
edilmesine şöyle dikkat çekilmektedir:
İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin... (Araf Suresi, 180)
Dua anı, insanın kendi aczini
ve Allah'ın sonsuz kudretini en belirgin bir biçimde hissettiği andır.
Allah tüm evreni kontrol eden, gücü herşeye yeten, gizlinin gizlisini
bilen, herşeyden haberdar olandır. İnsanın duasını duyan ve ona icabet
edecek olan da sonsuz şefkatli Rabbimizdir. Duadan kaçınmak ise,
Allah'ın bu büyük rahmetinden yüz çevirmek, kibirlenmek anlamına gelir.
Nitekim Allah, Kuran'da şöyle buyurur:
... Bana dua edin, size
icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler;
cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)
Dua mümin için hem ibadet, hem
kuvvetli bir silah, hem de büyük bir nimettir. Sadece "istemek" gibi
fiilen kolay bir hareketle, maddi, manevi herşeyi elde edebilmenin
anahtarıdır.
BAĞIŞLANMA VE TEVBE
Allah'ın Kuran'da en çok
tekrarlanan sıfatlarından ikisi, "Rahman" ve "Rahim", yani "esirgeyen"
ve "bağışlayan" sıfatlarıdır. Kullarına olan bu rahmetinden dolayıdır
ki, Allah, insanları işledikleri günahlar yüzünden hemen cezalandırmaz.
Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilir:
Eğer Allah, insanları
zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde)
canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye
kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat
ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
Allah, insanların işlediği
suçların cezasını ertelemekle, onlara bağışlanma dilemek ve tevbe etmek
için süre vermektedir. İnsan, ne denli büyük günahlar işlemiş olursa
olsun, bunlardan dolayı Allah'tan bağışlanma dileyebilir ve bir daha
işlememeyi hedefleyerek tevbe edebilir. Allah, Kuran'da kullarını
günahları için bağışlanma dileyip tevbe etmeye şöyle çağırmaktadır:
Bizim ayetlerimize iman
edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: "Selam olsun size. Rabbiniz
rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir
kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse şüphesiz, O,
bağışlayandır, esirgeyendir." (Enam Suresi, 54)
Bağışlanma, insanın bilerek ya
da bilmeyerek yaptığı tüm hatalar, işlediği tüm günahlar için Allah'ın
affediciliğine sığınmasıdır. Tevbe ise, işlenmiş olan belirli bir günah
için yapılır. Tevbe eden mümin, yaptığı bir hatayı ya da sürdürdüğü bir
tavrı düzeltmeye kesin olarak karar verir ve bir daha tekrarlamamak için
Allah'tan güç ve destek diler. Nitekim makbul olan tevbe de, ardından
fiili düzelme ile desteklenen tevbedir:
Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah'a döner. (Furkan Suresi, 71)
İnsan tevbe edip, ancak sonra
yine nefsine yenilerek aynı günahı tekrar ediyor olabilir. Belki
defalarca tevbe edip, sonra bunların hepsini de bozmuş olabilir. Ama bu,
bir daha tevbe edemeyeceği anlamına gelmez. Tevbe kapısı, insan
yaşamını sürdürdüğü sürece açıktır. Ancak bilinmelidir ki, insanın
ölümün kenarına gelip, ahirette başına gelecekleri fark ederek son anda
tevbe etmesi kabul edilmeyebilir. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Allah'ın (kabulünü) üzerine
aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra
hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini
kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.
Tevbe; ne, kötülükleri
yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe
ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için
acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
Bir başka ayette, tüm iman edenler bu kurtuluş yoluna şöyle çağrılmaktadırlar:
"... Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz." (Nur Suresi, 31)
ÖLENE DEK SABIR
İnsan aceleci olarak
yaratılmıştır ve bu özelliği yüzünden de türlü hatalar yapar. Oysa
Kuran'da, insanın bu aceleciliğini bırakması ve Allah için sabretmesi
tavsiye edilir. Mümin, Allah'ın vaat ettiği büyük nimet ve kurtuluşu
beklemeyi ve bu uğurda sabretmeyi bilmelidir. Bu bir ibadettir; ayette
"Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) hükmü verilir. Allah yolunda
yürütülecek mücadelenin de, Allah'a yakınlaşmak için izlenecek yolun da
en önemli özelliklerinden biri sabırdır. Bir ayette şöyle
buyrulmaktadır:
"Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, nöbetleşin. Allah'tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz." (Al-i İmran Suresi, 200)
Bu arada, sabır ile "tahammül"
kavramlarını ayırmak gerekir. Cahiliye toplumunda bu iki kavram
birbirine karışmış durumdadır, oysa aralarında mümin tarafından
kavranabilen önemli bir fark vardır. Tahammül, hoşa gitmeyen, acı veren
bir sıkıntıya katlanma eylemidir. Oysa Kuran'da kastedilen sabır, mümin
için bir sıkıntı kaynağı değildir. Mümin, Allah'ın rızasını kazanmak
için sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz,
aksine manevi bir haz duyar. Kuran'da, sabrın ancak müminler için bir
lezzet, inkarcılar içinse sıkıntı veren bir "tahammül" olduğu şöyle
ifade edilmiştir:
"Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır." (Bakara Suresi, 45)
Kuran'da, sabrın müminler için
"müjdeli" bir ibadet olduğu ve müminlerin karşılarına çıkan zorluklara
karşı sabrederken sahip oldukları ruh hali ise şöyle anlatılır:
Andolsun, Biz sizi
biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden
eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir
musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve
şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 155-156)
Sabır öylesine üstün bir
özelliktir ki, mümin topluluğuna büyük bir güç katabilir. Allah, gücün
sabra göre nasıl değiştiğini aşağıdaki ayette açıklamaktadır:
Şimdi, Allah sizden
(yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz
sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer
sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener.
Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 66)
Sabır, Kuran'da anlatılan tüm
mümin özelliklerini de kapsayan bir vasıftır. Çünkü bir insan mütevazi,
cömert, fedakar, itaatkar olabilir, fakat yalnızca eğer bu
özelliklerinde sabır gösterirse bunların bir değeri olur. Sabır, diğer
tüm mümin vasıflarını değerli ve geçerli kılan bir vasıftır. İmanı
makbul kılan, onda gösterilen sabırdır. Müminin tüm ömrü sabırla geçer.
"Allah için sabret" hükmüne yaşamının her günü yeniden itaat eder.
Sonunda ise, Allah canını alır ve onu rızası ve cennetiyle ödüllendirir.
Cennetin kapısındaki melekler, müminlere şöyle seslenirler:
"Sabrettiğinize karşılık selam size. Yurdun sonu ne güzel." (Rad Suresi, 24)
ALLAH'IN MÜMİNLERE DESTEĞİ
Cahiliye toplumundaki insanlar,
karakterlerini sahip oldukları güç ve statüye göre geliştirirler.
Kendilerine güvenmeleri için, mutlaka ya zengin, ya ünlü, ya çok güzel,
ya da yakışıklı olmaları gerekir. "Saygın" birinin oğlu ya da kızı olmak
da yine aynı toplumda önemli bir güven kaynağıdır.
Ancak kuşkusuz müminler için
durum tümüyle farklıdır. Mümin, yalnızca Allah'a güvenip dayanır.
Kendine güvenmesi için, inkarcıların ihtiyaç duyduğu maddi kıstasların
hiçbirine ihtiyacı yoktur.
Çünkü Allah daima müminlerin destekçisidir. Onları inkar edenlerin karşısında zayıf bırakmaz. "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de"
(Mücadele Suresi, 21) hükmü gereği, resullerini ve onlara tabi olan
müminleri her zaman galip kılar. Mümin tüm dünyanın karşısında tek
başına da olsa, bu büyük destekle onlara karşı üstün gelir. Allah,
resulüne karşı şu güvenceyi vermektedir:
Onlar, seni aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü'minlerle destekledi. (Enfal Suresi, 62)
Unutulmamalıdır ki, müminlere
yolları açan, başarı kazandıran, onları geliştiren, güçlendiren
Allah'tır. İnsanın çözüm olarak başvurduğu sebepler, başarılı olması
için yeterli değildir. Sebepler tek başına hiçbir şey yapamaz; sadece
fiili bir duadırlar. Bununla beraber olan sözlü dua ve ihlasın
karşılığında Allah istenen sonuçları yaratır. Dolayısıyla müminin
başarmak istediği bir işte yalnızca Allah'ın yardımına güvenip dayanması
gerekir.
Böyle olunca da, kendinden son
derece emin, hiçbir tehlikeden çekinmeyecek kadar gözü kara ve aleyhte
gibi görünen gelişmelerden hiçbir şekilde etkilenmeyecek kadar sağlam
karakterli bir insan ortaya çıkar. Kavminin hepsinin birer birer
sapmasına karşılık hiçbir şekilde güvensizliğe kapılmayan ve "... Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür" (İbrahim Suresi, 8) diyebilen Hz. Musa, bu konuda çok iyi bir örnektir.
Hz. Musa, bu denli güvenli ve korkusuzdur. Çünkü Allah'ın yardımının müminlerle birlikte olduğuna emindir. Allah, ona, "Korkma, muhakkak sen üstün geleceksin" (Taha Suresi, 68) hükmünü vahyetmiştir.
Kuşkusuz Hz. Musa'nın tavrı
diğer tüm müminler için de örnek olmalıdır. Çünkü Allah, aynı güvenceyi
yalnızca Hz. Musa'ya ya da öteki resullere değil, kendi rızasına ihlasla
sarılan tüm müminlere vermektedir. İnkar edenlere karşı onları
koruyacağını, galip kılacağını vaat etmektedir. Bu gerçek Kuran'da , "... Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez." (Nisa Suresi, 141) şeklinde ifade edilmiştir.
Mümin, yalnızca Allah'a olan
sadakatini korumak, O'na kullukta kararlı olmakla yükümlüdür. Böyle
yaptığı takdirde, korkması gereken hiçbir şey yoktur:
Ey iman edenler,
üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola
erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O,
size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide Suresi, 105)
Doğru yola erişenlere, inkar
edenler hiçbir şekilde zarar veremez. Müminleri baskı altına almak,
hatta öldürmek için yaptıkları tüm plan ve tuzakları Allah boşa
çıkartır. Bir ayette bu sır şöyle açıklanır:
Gerçek şu ki, onlar
hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden
oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir
karşılık) vardır. (İbrahim Suresi, 46)
İnkarcılar müminler aleyhine tuzaklar hazırlarken, Allah da onları, "... bilmeyecekleri bir yönden derece derece"
(Araf Suresi, 182) yıkıma doğru sürükler. Söz konusu kişiler, kendi
basit mantık örgüleri içinde müminlerden üstün olduklarını ve onları
kolaylıkla mağlup edeceklerini sanırlar. Oysa Allah müminlerle
beraberdir ve Allah'ın güç, izzet ve azameti de inananlarda tecelli
etmektedir. Kuran'da, münafıkların kavrayamadığı bu gerçek şöyle ifade
edilir:
Onlar ki: "Allah'ın
Resulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda
dağılıp gitsinler," derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri
Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.
Derler ki, "Andolsun,
Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf
olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır." Oysa izzet (güç, onur ve
üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulü'nün ve mü'minlerindir. Ancak münafıklar
kavramıyorlar. (Münafikun Suresi, 7-8)
Bu, kesin ve değişmez bir kuraldır. Mümin, "Ey iman edenler, tedbirinizi alın..."
(Nisa Suresi, 71) ayeti gereğince, ibadet kastıyla inkarcılara karşı
dikkatli ve tedbirli davranacak, ama söz konusu İlahi kuralın rahatlığı
içinde olacaktır. Allah, aynı kuralı bir başka ayetinde şöyle açıklar:
Şüphesiz inkar edenler,
Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli
olduktan sonra 'elçiye karşı gelip zorluk çıkaranlar', kesin olarak
Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. (Allah,) Onların amellerini boşa
çıkaracaktır. (Muhammed Suresi, 32)
ÜMİTSİZLİĞE VE ŞEYTANIN OLUMSUZ TELKİNİNE FIRSAT VERMEMEK
Ümitsizlik iki türlü olabilir.
Birincisi, insanın karşılaştığı zorluklar karşısında ümitsizliğe
kapılmasıdır. Ancak iman eden her insan, Allah'ın koruması altında
yürütülen ve O'nun destekleyeceğini vaat ettiği işlerde bir olumsuzluk
olmayacağını bilmelidir. Çünkü Kuran'daki ayetlerde, Allah'ın kesin bir
biçimde müminlerin destekçisi olduğu ve onları asla inkarcılar
karşısında yardımsız bırakmayacağı haber verilmektedir.
Ümitsizliğin ikinci türü ise,
kişinin yaptığı bir hata ya da işlediği bir günah nedeniyle kendi
imanından ümit kesmesi, Allah'ın kendisini bağışlamayacağına ve artık
cehennemlik olduğuna kendini inandırmasıdır. Oysa bu tamamen Kuran'a
muhalif bir düşünce, bir kuruntudur. Aksine Allah kendisine samimi bir
biçimde tevbe edenlerin tüm günahlarını bağışlar. Allah'a yönelmek,
O'nun rahmetine sığınmak için hiçbir nokta "çok geç" değildir. Allah,
Kuran'da kullarına şöyle seslenmektedir:
... Ey kendi
aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden
umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O,
bağışlayandır, esirgeyendir. (Zümer Suresi, 53)
Ümitsizlik, şeytanın mümini
Allah yolundan alıkoymak için verdiği vesveselerden biridir. Şeytan bu
yolla hata yapan bir müminin moralini bozmaya, yapılan basit hataları
kendi gözünde büyütmeye ve onu daha da büyük hatalara sürüklemeye
çalışır. Hedefi, mümini imanından ve samimiyetinden kuşkuya düşürmek,
ona boş kuruntular aşılamaktır. Eğer insan şeytanın bu yönteminden
etkilenirse, giderek imani bir zayıflığa düşer, hata üstüne hata yapmaya
başlar. "Bir kere hata yaptım, artık dönüşü yok" diye dile getirilen
bir mantık içerisinde, giderek daha da büyük günahlara sürüklenir.
Mümin böyle bir hisse
kapıldığında hemen Allah'a sığınmalı, Kuran'ın nuruyla düşünmeli ve
şeytanın istediği bu korkunç ruh halinden çıkmalıdır. Bir ayette,
müminin göstermesi gereken tavır şöyle açıklanır:
Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Araf Suresi, 200)
Mümin, ihlaslı ve samimi
olduktan sonra hata dahi yapsa, bağışlanma diledikten sonra Allah'ın
kendisini affetmesini umabilir. Yapılan hata ne olursa olsun yine de her
an tevbe edip durumunu düzeltebilir. Allah sonsuz rahmet ve adalet
sahibi iken, müminlere cenneti ve başarıyı vaat etmişken ümitsizliğe
kapılmak, ancak şeytanın bir hilesidir. Hz. Yakub'un Kuran'da bildirilen
şu öğüdü, tüm müminler için yol göstericidir:
"... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)
HER OLAYIN KURAN AHLAKIYLA DEĞERLENDİRİLMESİ
Müminin yaşamının amacı,
Allah'a kulluk etmekten başka bir şey değildir. İnsan dünya üzerinde
kendi hırslarına göre yaşamak, tutkularının peşinde koşmak ya da başka
insanlara hizmet etmek için değil, yalnızca ve yalnızca Allah'a kulluk
etmek için yaratılmıştır.
Allah'a kulluk etmesinin yolu
ise, Kuran'ı kendisine rehber edinmesidir. Mümin için nihai amaç,
Kuran'ın her hükmüne elinden gelenin en fazlasıyla uyabilmektir.
Kuran'a bakıldığında ise,
müminin yalnızca namaz, oruç, hac gibi muhkem ibadetlerle değil, aynı
zamanda uygulanması teşhis ve yorum gerektiren ibadetlerle de yükümlü
kılındığını görürüz. Örneğin bir ayette "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et..."
(Nahl Suresi, 125) emri verilir. Burada kast edilen "hikmet"in ve
"güzel öğüt"ün ne olduğunu, mümin, hem Kuran'ın genel mantık ve üslubuna
bakarak, hem de kendi akıl ve anlayışına başvurarak bulacaktır.
Müminin aklını ve anlayışını
devreye sokmasını gerektiren pek çok yükümlülük daha vardır. Örneğin
Allah Kuran'da, müminin karşılaşacağı insan tiplerini ve toplum
modellerini tarif eder, bunlara karşı gösterilmesi gereken tavırları da
bildirir. Hatta çoğu zaman, karşılaşılan insan tipine ve onun öne
sürdüğü mantıklara karşı söylenmesi gereken sözler, "De ki" ile başlayan
ayetlerde haber verilir.
Mümine karşılaşacağı durumlarla
ilgili bilgi ve emir veren tüm bu ayetler, Kuran'da çok açık bir
biçimde yazılıdırlar. Ancak, bunların günlük yaşama aktarılması,
öncelikle Kuran'da kast edilen durumların günlük hayatta teşhis
edilmesini gerektirir ki, müminin aklının ve anlayışının devreye girdiği
nokta budur.
Kuran'da, farklı insan tipleri
anlatılır; Müslümanlar, müşrikler, münafıklar, kalplerinde hastalık
olanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler gibi. mümin bunlarla ilgili ayetleri
çok iyi öğrenebilir; çünkü asıl yapılması gereken şey, Kuran'da tarif
edilen bu insan karakterlerini çok iyi tanıyabilmek, insan ilişkilerini
ve tüm yaşamını Allah'ın emirleri doğrultusunda şekillendirmektir.
Mümin bilmelidir ki,
etrafındaki tüm insanlar, Kuran'da tarif edilen bu insan modellerinin
birine girmektedir. Çünkü hepsi yaratılmıştır ve "Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık" (Enbiya Suresi, 16) hükmü gereği bir amaç üzerel, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği toplum modelini oluşturmak için vardırlar.
Mümin, bu gerçeğin bilincinde
olarak hareket ederse, Allah'ın kendisine yüklediği sorumlulukları
yerine getirebilir. İnsanın gördüğü her madde, her olay gerçekte
Kuran'da yazılanların birer yansımasından başka bir şey değildir. Bir
ayette, bu konu şöyle açıklanmıştır:
Biz ayetlerimizi hem
afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz
onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde
Rabbinin şahit olması yetmez mi? (Fussilet Suresi, 53)
İşte tüm evren, gerçekte
Kuran'ın "afakta" (ufuklarda) görünen ayetlerinin toplamından ibarettir.
Nasıl bir tablo, kendi ressamını tanıtırsa, o tablodaki her detay,
ressamın fırçasının izlerini gösterirse, tüm evren ve o evrenin her
detayı da herşeyin yaratıcısı olan Allah'ı göstermek için vardır.
Mümin bu gerçeğin bilincine
vardıkça, hem Allah'ı daha iyi tanır ve O'na daha çok yaklaşır, hem de
O'nun hükümlerine çok daha ayrıntılı bir biçimde itaat eder. Hayatın her
detayının gerçekte Kuran'da tarif ya da işaret edilen bir "ayet"
olduğunu kavradıkça, "günlük yaşam" denen şeyin her aşamasında Kuran'a
göre düşünecek ve Kuran'ın hükümlerini uygulayacak hale gelir.
Her olay, Allah'ın yarattığı
kadere bağımlı olarak gelişir, bu yüzden de herşeyin bir sebebi ve
hikmeti vardır. Mümine düşen, karşılaştığı her olayı Kuran'a göre
yorumlamak ve Kuran'da belirtilen tepkileri vermektir. Eğer "boş" bir
şeyle karşılaşırsa, Kuran'ın hükmüne göre ondan yüz çevirmelidir.
Müminin karşılaştığı her olayı
Kuran ayetlerine göre yorumlaması, öncelikle Kuran'a dayalı bir kültür
ve karakter geliştirmesine bağlıdır. Bunun için de cahiliyenin kendisine
verdiği tüm kültürü ve karakter özelliklerini üzerinden atması gerekir.
Bir olay karşısında ne yapması gerektiğine, cahiliye toplumunda
yerleşik olan kıstaslara göre değil, Kuran'a göre karar vermelidir.
Kuran'da ise karşılaştığı her duruma ışık tutan bir çözüm bulacaktır.
Çünkü o, "herşeyin açıklayıcısı" (Nahl Suresi, 89)olarak insanlara
indirilmiştir.
KALPTEKİ NİYETİ ALLAH'IN BİLMESİ
İnkarcıların
en temel özelliklerinden biri, samimiyetsiz olmalarıdır. Hem Allah'a,
hem diğer insanlara, hem de kendilerine karşı samimiyetsizdirler.
İnsanların yüzüne karşı menfaat gereği çok sıcak davranırken, içlerinden
onlara karşı çok kolay kin veya kıskançlık besleyebilmektedirler. Aynı
iki yüzlülüğü kendilerine karşı da yaparlar; yaptıkları yanlışları
kendileri de bildikleri halde bilinçaltlarına iter ve kendi kendilerini
mükemmel bir insan olduklarına inandırırlar.
Bu samimiyetsizliğin temelinde,
kalplerinden geçen düşüncelerin kimse tarafından bilinemeyeceği ve
dolayısıyla bu düşünceler nedeniyle kimse tarafından suçlanamayacakları
inancı yatar. Bu inanç kendi toplumları içinde doğrudur; kimse kimsenin
gerçek düşüncelerini bilmez. Ancak hesaplamadıkları bir şey vardır;
Allah, insanların zihinlerinden geçen tüm düşünceleri, hatta
kendilerinin bile farkına varmadıkları bilinçaltlarını en iyi biçimde
bilendir. Allah'ın gizli veya açık herşeyi bilen olduğu ayetlerde şöyle
bildirilmektedir:
Göklerde ve yerde
olanların tümünü bilir; sizin saklı tuttuklarınızı da, açığa
vurduklarınızı da bilir. Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Tegabün Suresi, 4)
Sözünüzü ister
gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı
bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir. (Mülk Suresi, 13-14)
Hiç kimse, Allah'ın bilgisi
dışında bir diğeriyle konuşamaz, Allah'ın takibinden kaçamaz. Kuran'da
bu gerçek şöyle ifade edilmiştir:
Allah'ın göklerde ve
yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun?
Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin
altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar
mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü
kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)
Dolayısıyla insanın Allah'ı
aldatması hiçbir şekilde mümkün değildir. Allah, kişinin yaptığı tüm
fiilleri, kalbinden geçen düşünceleri, hatta onun dahi tam olarak
bilmediği bilinçaltını bilir. Bir ayette şöyle bildirilir:
"Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf Suresi, 16)
Bu durumda insanın yapması
gereken şey, Allah'a karşı son derece samimi ve boyun eğici olmaktan
başka bir şey değildir. Allah insanın ne olduğunu bilirken, Allah'a
karşı kendini olduğundan üstün göstermeye çalışmanın hiçbir anlamı
yoktur. İnsan, zaaflarını, eksiklerini, kusurlarını, imani
zayıflıklarını Allah'a samimi bir biçimde açmalı ve O'ndan yardım
istemelidir.
Peygamberler, Allah ile olan samimi bağlantının en güzel örnekleridir. Allah'a "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" şeklinde dua eden, Allah kendisine "inanmıyor musun?" diye sorunca da, "hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için"
(Bakara Suresi, 260) şeklinde cevabı ile Hz. İbrahim, bu konuda
Kuran'da örnek verilmektedir. Aynı şekilde, Allah kendisine "Firavun'a
git" emrini verdiğinde, "Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum" (Kasas Suresi, 33) diyerek Allah'tan güç ve dirayet isteyen Hz. Musa'nın sözleri bir samimiyet örneğidir.
İnsan Allah'a muhtaç olduğunu
kavramadan kendini güçlü, dirayetli, takva sahibi, cesur görmeye
çalışmakla bu özelliklere kavuşmaz. Çünkü "... insan zayıf olarak yaratılmıştır"
(Nisa Suresi, 28) ve bu zaafı, Allah'a muhtaç olduğunu iyice anlasın
diye vardır. Bu nedenle, samimi bir biçimde Allah'a yakınlaşmalı,
kendisinde gördüğü her türlü hatayı O'na açıp, Rabbimizden destek
istemelidir.
DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ
İnsan dünyaya geçici bir süre
için gelmiştir. Burada hem imtihan edilecek, hem eğitilecek, sonra da
ahiretteki ebedi yurduna gidecektir. Dünyadaki nimetler, güzellikler
ise, cennetteki gerçek nimetlerin çok eksik bir kopyası olarak, ahireti
hatırlatmak kastıyla yaratılmışlardır.
Ancak inkarcılar bunu
kavrayamaz ve ebedi sandıkları dünya hayatını varlıklarının tek amacı
haline getirirler. Bu ise tam anlamıyla bir aldanıştır. Çünkü son derece
geçici, eksik ve kusurlu olan dünya nimetleri, ebediyete ve
mükemmelliğe istek duyan insanı tatminden çok uzaktırlar. Allah dünyanın
nasıl bir aldanış olduğunu bir ayette şöyle bildirir:
Bilin ki, dünya hayatı
ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin
ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir.
Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk
(rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey
değildir. (Hadid Suresi, 20)
Gerçekten de, gaflet içinde
yaşayan inkarcıların hepsi, üstte sayılan birkaç hedefe (mal ve
çocuklarda çoğalma tutkusu, övünme gibi) ulaşmayı amaç edinerek
yaşarlar. Al-i İmran Suresi'ndeki ayetlerde, dünyadaki aldatıcı süsler
hakkında şöyle buyrulmaktadır:
Kadınlara, oğullara,
kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara
ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı.
Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında
olandır.
De ki: "Size bundan
daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin
katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler,
tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla
görendir." (Al-i İmran Suresi, 14-15)
Dünya, ahiretle
karşılaştırılamayacak kadar basit ve değersizdir. Bunu ifade etmek için
olacak, Arapça'daki "dünya" kelimesi, "dar, sıkışık, pis yer" anlamından
türemiştir. İnsanlar dünya üzerinde geçirecekleri 60-70 yıllık ömrü
başta çok uzun ve tatmin edici sanırlar, oysa çok kısa bir süre sonra bu
ömrün sonuna gelir. Ölüm yaklaştıkça da, yaşadıkları hayatın ne kadar
kısa olduğunu daha iyi anlarlar. Mahşer (diriliş) günü ise, onlarla
şöyle konuşulur:
Dedi ki: "Yıl sayısı
olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir
günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir
zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz. Bizim, sizi boş bir amaç
uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi
sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 112-115)
Allah'a isyan ederek dünya
hayatına hırsla kapılmak ve ahireti göz ardı etmek, ebedi cehennemle
cezalandırılacak bir suçtur. Allah, "Kitabın bir bölümüne inanıp da bir
bölümünü inkâr edenler" hakkında şu hükmü verir:
"İşte bunlar, ahireti
verip dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları
hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez." (Bakara Suresi, 86)
Başka ayetlerde ise şöyle buyrulmaktadır:
Bizimle karşılaşmayı
ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve
bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazandıkları
dolayısıyla barınma yerleri ateştir. (Yunus Suresi, 7-8)
Bazı insanlar dünyanın Allah'ın
yarattığı geçici bir yurt olduğunu inkar ederler. Dahası bu geçici
yurtta Allah'ın yarattığı bazı nimetlere Rabbimizden yüz çevirerek
hırsla bağlanır, bunları sahiplenirler. Böyle bir insan, elbette ki
azaba müstahaktır. Kuran'da, böylelerinin durumu çok açık ifade
edilmiştir. Ayetlerde şöyle hükmedilmiştir:
Artık kim taşkınlık edip-azarsa,
Ve dünya hayatını seçerse,
Şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 37-39)
MÜLKÜN GERÇEK SAHİBİ
İnsanların çektiği acıların ya
da birbirlerine yaptıkları eziyetlerin başlıca nedenlerinden biri, mülk
kavgasıdır. Hatta cahiliye toplumunun yaşamının tümü "mülk sahibi olma"
hırsına dayanır. Bu kişiler sürekli daha fazla mala sahip olabilmek için
uğraşır, bu tutkuyu yaşamlarının en büyük amacı haline getirirler.
Oysa dünya hayatının temelini
teşkil eden bu "çoğalma tutkusu" (Hadid Suresi, 20), tam manasıyla bir
aldanıştır. Çünkü yeryüzündeki tüm mülkün sahibi Allah'tır. İnsanlar,
"mal sahibi" olduklarını sanmakla kendilerini aldatırlar. Sahip
olduklarını sandıkları şeyleri kendileri yaratmamışlardır, o şeyleri
yaşatmaya güçleri yetmez. Yok olmalarını da engelleyemezler. Dahası, bir
şeye "sahip" olacak bir durumları yoktur, çünkü kendileri bir başka
varlığın "mülkü"dürler; "İnsanların sahibi" (Nas Suresi, 2) olan
Allah'ın kontrolü altındadırlar.
Kuran'da, tüm varlıkların, kendilerini yaratmış olan Allah'ın mülkü olduğu şöyle haber verilir: "Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur". (Taha Suresi, 6) Bir başka ayette ise şöyle denir: "Göklerin
ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse
azaplandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, herşeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 40)
Allah, sahip oldukları malları
insanlara dünya hayatında "emanet" olarak vermiştir. Bu emanet, belli
bir vakte kadardır ve elbette günü geldiğinde hesabı sorulacaktır.
İnsana sorulacak olan hesap,
kendisine "emanet" olarak verilen mülkü nasıl ve hangi mantıkla
kullandığıdır. Eğer o mülkü kendisinin saymış, sahiplenmiş ve o mülkü
nasıl kullanması gerektiğini kendisine anlatan resullere karşı "Mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?"
(Hud Suresi, 87) diye cevap vermişse, büyük bir azaba müstahak olur.
Kuran'da, bu kişilerin başına gelecekler şöyle haber verilmiştir:
Allah'ın, bol
ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun
kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için
şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır.
Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi
olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)
Ayette belirtildiği gibi,
Allah'ın bol ihsanından insanlara verilen mallar, o insanlar tarafından
"cimrilik" yapmadan harcanması içindir. İnsan, malı sahiplenip onu
muhafaza etmeye çalışmak yerine, malın gerçek sahibinin Allah olduğunu
bilmek ve malı Rabbimizin emrettiği biçimde harcamakla yükümlüdür.
Kendisine emanet verilen mallardan, kendi ihtiyaçları için gerekli olan
makul bir kısmını kullanacak, "ihtiyaçtan arta kalanı" (Bakara Suresi,
219) ise Allah yolunda harcayacaktır. Eğer Allah yolunda harcamak
yerine, bu malları "biriktirmeye" kalkarsa, onları sahiplenmiş olur.
Bunun ahiretteki cezası ise çok ağırdır. Bu kimseler hakkında Allah
Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
... Altını ve gümüşü
biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı
müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün,
onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte
bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı
tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)
İslam'da "iktisat" vardır, ama
"malı yığma" yoktur. Müminler, yığılacak mallara değil yalnızca Allah'a
güvenirler. Allah da bu tevekküllerine karşılık onların bereketini
artırır. İnfak ettikleri (Allah yolunda harcadıkları) mallara karşılık,
onlara çok daha fazlasını verir. Ancak onlar bunu da infak ederler,
Allah nimetini daha da artırır. Bir ayette, infakın bereketi şöyle ifade
edilir:
Mallarını Allah yolunda
infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane
bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat
artırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 261)
Malı sahiplenen ve onu hayır yolunda harcamayıp biriktirenin durumu ise şöyle anlatılır:
... O, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır.
"Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Hümeze Suresi, 2-6)
ŞÜKÜR
Allah herşeyi bir amaç ve
hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir amaç üzerine
yaratmıştır. İnsana verilen herşey; hayat, iman, rızıklar, sağlık, göz,
kulak tüm bunlar, insanın Allah'a şükretmesi için birer nimettir.
İnsan, eğer cahiliye toplumunu
saran gaflet perdesini kaldırır da, etrafını şuurlu bir biçimde
gözlerse, hoşuna giden herşeyin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu
görebilir. Yediği tüm besinler, soluduğu temiz hava, etrafındaki
güzellikler, tüm bunları görmesini sağlayan gözü, herşey, ama herşey
Allah'tan bir nimettir. Öyle ki, bu nimetler sayılamayacak kadar
çokturlar. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Eğer Allah'ın nimetini
saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile
sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
Ve kuşkusuz tüm bu nimetlerin
de bir amacı vardır. Tüm bunlar, insanlar nefislerinin dilediği gibi
kullansın, sorumsuzca ve şımarıkça tüketsin, talan etsin diye
yaratılmamışlardır. Aksine, nimetin verilmesindeki amaç, o nimeti
kullanan kişiyi Allah'a yöneltmektir. Çünkü verilen herşey, karşılığında
şükrü gerektirir. En büyük ve en güzel nimetleri hiç durmaksızın
insanlara veren Allah'a ise, en fazla ve en samimi şükrü yapmak gerekir.
Şükür hem büyük bir ibadettir,
hem de insanı "azgınlaşmaktan" korur. Çünkü insanın nefsinde, zenginlik
ya da güç bulduğunda zalimleşmeye, zorbalaşmaya, vicdansızlaşmaya karşı
bir eğilim vardır. Zenginleşir, güzel imkanlara kavuşursa, acizliğini
unutmaya ve kibirlenmeye başlar. Şükür, işte bu "azgınlaşmayı" engeller.
Şükreden insan bilir ki eline geçen her nimeti kendisine veren
Allah'tır. Bu nimeti de, Allah'ın yolunda, Rabbimizin istediği biçimde
kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, büyük mülk ve hakimiyet
verilen Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi peygamberlerin tevazu ve
olgunluklarının anahtarı budur. Kendisine verilen mülk nedeniyle
azgınlaşan Karun'un da asıl sorunu, şükretmeyi bilmemesidir.
Eğer mümin, kendisine verilen
nimetlerden dolayı azgınlaşmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını
yaptığı şükürle Allah'a gösterirse, Allah da ona daha fazla nimet verir.
Allah'ın Kuran'da verdiği "Andolsun, eğer şükrederseniz
gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz,
şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir" (İbrahim Suresi, 7) hükmü, bunu ifade etmektedir.
Şükür, yalnızca Allah'a söz ile
hamd etmekle değil, Rabbimizin verdiği tüm nimetleri Hak yolunda
kullanmakla olur. Mümin, kendisine verilen herşeyi, Allah'ın dininin
hizmetine sokmakla yükümlüdür. En başta da, Allah'ın kendisine verdiği
bedeni O'nun rızası için, O'nun yolunda mücadele etmek için
kullanacaktır. Kuran'da, Allah'ın nimetlerine şükretmenin, O'nun
nimetlerini başkalarına anlatmakla, yani dini tebliğ etmekle olacağı
şöyle ifade edilir:
Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.
Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı?
Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi?
Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi?
Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme.
İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma.
Rabbinin nimetini durmaksızın anlat. (Duha Suresi, 5-11)
HER AN DEVAM EDEN İMTİHAN
Başta da belirttiğimiz gibi,
dünya üzerinde gerçekleşen ve insanın da şahit olduğu hiçbir olay,
amaçsız ve boşuna gerçekleşmez. Allah herşeyi bir hikmete göre yaratır.
Bunu kavramak ise, insanın bilincine bağlıdır. İmanı, dolayısıyla da
aklı ve basireti artan insan, giderek olaylardaki hikmetleri daha iyi
kavrar.
Bu hikmetlerin en
önemlilerinden biri ise, insanın imtihan edilmesidir. Allah, karşısına
çıkardığı özel yaratılmış durumlarla, insanın samimiyetini ve imanını
dener. Ona bazen nimet verir, şükredip etmediğini ortaya çıkarır. Bazen
de sıkıntı verir, tevekküllü ve sadakatli davranıp davranmadığını ortaya
çıkarmak için. Bir ayette şöyle denmektedir:
"Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz". (Enbiya Suresi, 35)
İmtihanın farklı farklı çeşitleri olacaktır. Bu durum bir başka ayette şöyle açıklanır:
Andolsun, Biz sizi
biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden
eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Aslında insanın tüm yaşamı, imtihan sırrına uygun olarak tasarlanmaktadır. Öncelikle bedeni, imtihan edilmek içindir. Kuran'da "Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık"
(İnsan Suresi, 2) hükmü verilir. Dolayısıyla insanın işittiği ve
gördüğü herşey, gerçekte kendisi için bir imtihan sebebidir.
Karşılaştığı her olayda önünde iki seçenek vardır; ya Kuran'ın hükmüne
ya da kendi nefsinin tutkularına göre hareket edecektir. Allah, çeşitli
zorluklar meydana getirerek müminin sabrını ve kararlılığını da dener.
Bunların en önemlilerinden biri, inkarcılar tarafından müminlere yapılan
baskılardır. Sözlü saldırılar, alay etmeler, fiziksel baskılar, hatta
işkenceler ve öldürme teşebbüslerini içeren tüm bu faaliyetler, ancak
müminleri sınamak içindir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Andolsun, mallarınızla
ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici
(sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan
azimdendir. (Al-i İmran Suresi, 186)
İmtihandaki en önemli nokta,
karşılaşılan durumun Allah'ın yarattığı özel bir deneme olduğunun
kavranmasıdır. Eğer insanın kavrayışı sınırlı olur da, karşılaştığı
durumun bir imtihan olduğunu anlamazsa, son derece yüzeysel bir bakış
açısına sahip olur. Kuran'da, kendilerine konulan cumartesi yasağını
aşan Yahudilerin karşılaştığı bu tür bir durum şöyle anlatılır:
Bir de onlara deniz
kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını
çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma yasağına
uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi
günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte Biz,
fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163)
İmtihan, akılla anlaşılır ve
akılla aşılır. Bu nedenle mümin, hayatının her anında bir imtihan
dünyasında yaşadığını bir an olsun unutmamak ve Allah'ın hikmetlerini
görebilmek için dua etmeli, dikkatli ve ihtiyatlı davranmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, cennet gibi büyük bir mükafat, sadece "iman ettik"
demekle kazanılmaz. Allah bu gerçeği de ayetlerinde şöyle haber
vermiştir:
İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?
Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)
Bir diğer ayette ise, şöyle denir:
Yoksa siz, Allah,
içinizden cihad edenleri belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de
belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 142)
ALLAH KİMSEYE KALDIRAMAYACAĞI YÜKÜ VERMEZ
Cahiliye toplumundaki
insanların bir bölümü, dini uygulamanın kendilerine zor geldiğini ve bu
nedenle din dışı bir hayat sürdüklerini iddia ederler. Böylece Allah'a
karşı olan nankörlüklerini kendilerince meşrulaştırmayı, suçlarını
hafifletmeyi umarlar. Oysa yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar. Çünkü
Allah, kimseye kaldıracağından daha ağır bir sorumluluk yüklemez. Allah
Bakara Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:
"Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir..." (Bakara Suresi, 286)
Bir başka ayette ise, Allah'ın bize seçip beğendiği dinin Hz. İbrahim'in dini gibi kolay olduğu ifade edilir:
Allah adına gerektiği
gibi cehd edin (çaba harcayın). O, sizleri seçmiş ve din konusunda size
bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O
(Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar"
olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar
üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı
verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve
ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)
Gerçek böyleyken, insanın dini
uygulamanın zor olduğunu, istediği halde bunu yapamadığını iddia etmesi,
kuşkusuz bir samimiyetsizliktir. Bu iddiayla da kişi hiç kimseyi
kandıramaz; ancak kendi kendini aldatmış olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder