16 Haziran 2012 Cumartesi

DUA VE ŞEKLİ



Allah bir ayetinde, duanın önemini şöyle ifade eder: 

De ki: 'Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?'... (Furkan Suresi, 77) 

Gerçekten de dua, bir mümini inkar edenlerden ayıran, Allah katında "değerli" kılan temel ibadetlerden ve imanın en açık göstergelerinden biridir. 

İnsanların çoğu, tüm evrenin bir maddeler toplamı olduğunu ve bu maddelerin de, hiçbir ilahi kontrol olmadan birbirlerini etkileyerek hareket ettiklerini sanır. Gerçekte var olan herşeyin Allah'ın iradesine boyun eğmiş olduğunun, herşeyin ancak Allah'ın "Ol" emri ile olduğunun farkında değildirler. Bu nedenle de, tüm yaşamları, bu maddeler dünyasında mücadele, çaba ve uğraşı içinde çalışmakla geçer.
Ancak iman eden bir insan evrenin sırrını bilmektedir. Bu nedenle, istediği bir şeye ulaşmanın asıl yolunun, o şeyleri kontrol edenden istemek olduğunu da anlar. Bilir ki, Allah, herşeyi Kendi iradesine boyun eğdirmiştir, herşeye hakimdir ve Kendisinden yardım isteyen kullarına da şefkatle cevap verir. Allah bir ayetinde kullarına şöyle seslenir: 

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

Ancak bilinmelidir ki, "icabet", duada istenen herşeyin verilmesi demek değildir. Çünkü insan cahildir ve ayette ifade edildiği şekliyle "... hayra dua ettiği gibi, şerre de dua etmektedir" (İsra Suresi, 11) . Bu nedenle Allah, her duaya icabet eder, ama bazen isteneni verir, bazen de o istenen şey gerçekte bir "şer"dir; vermez. 

Duanın ne olduğunun ise yine Kuran'a bakarak belirlenmesi gerekir. Allah duayı yalnızca Kendisine has kılınmış, korku ve umutla, yalvara yalvara, için için yapılacak bir ibadet olarak tarif etmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan, Allah'ın azametini takdir edemeyen bir dua, gerçek bir dua olmayacaktır. Dua ancak, ihlaslı, candan, samimi bir biçimde, çok isteyerek, yalvararak, Allah'tan korkarak ve karşılığını görmenin umudu içinde olarak yapıldığında gerçek manada dua olur. 

Duada belli bir konsantrasyon ve Allah'la çok içten bir bağ kurmak gerekir. Nitekim Kuran'daki, "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin... O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır" (Araf Suresi, 55-56) ayetleri, duanın şeklini en açık biçimde tarif eder. Bir başka ayette ise Allah'ın isimleri ile dua edilmesine şöyle dikkat çekilmektedir: 

İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin... (Araf Suresi, 180) 

Dua anı, insanın kendi aczini ve Allah'ın sonsuz kudretini en belirgin bir biçimde hissettiği andır. Allah tüm evreni kontrol eden, gücü herşeye yeten, gizlinin gizlisini bilen, herşeyden haberdar olandır. İnsanın duasını duyan ve ona icabet edecek olan da sonsuz şefkatli Rabbimizdir. Duadan kaçınmak ise, Allah'ın bu büyük rahmetinden yüz çevirmek, kibirlenmek anlamına gelir. Nitekim Allah, Kuran'da şöyle buyurur: 

... Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60) 

Dua mümin için hem ibadet, hem kuvvetli bir silah, hem de büyük bir nimettir. Sadece "istemek" gibi fiilen kolay bir hareketle, maddi, manevi herşeyi elde edebilmenin anahtarıdır. 

BAĞIŞLANMA VE TEVBE 

Allah'ın Kuran'da en çok tekrarlanan sıfatlarından ikisi, "Rahman" ve "Rahim", yani "esirgeyen" ve "bağışlayan" sıfatlarıdır. Kullarına olan bu rahmetinden dolayıdır ki, Allah, insanları işledikleri günahlar yüzünden hemen cezalandırmaz. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilir: 

Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61) 

Allah, insanların işlediği suçların cezasını ertelemekle, onlara bağışlanma dilemek ve tevbe etmek için süre vermektedir. İnsan, ne denli büyük günahlar işlemiş olursa olsun, bunlardan dolayı Allah'tan bağışlanma dileyebilir ve bir daha işlememeyi hedefleyerek tevbe edebilir. Allah, Kuran'da kullarını günahları için bağışlanma dileyip tevbe etmeye şöyle çağırmaktadır: 

Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: "Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse şüphesiz, O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Enam Suresi, 54) 

Bağışlanma, insanın bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm hatalar, işlediği tüm günahlar için Allah'ın affediciliğine sığınmasıdır. Tevbe ise, işlenmiş olan belirli bir günah için yapılır. Tevbe eden mümin, yaptığı bir hatayı ya da sürdürdüğü bir tavrı düzeltmeye kesin olarak karar verir ve bir daha tekrarlamamak için Allah'tan güç ve destek diler. Nitekim makbul olan tevbe de, ardından fiili düzelme ile desteklenen tevbedir: 

Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah'a döner. (Furkan Suresi, 71) 

İnsan tevbe edip, ancak sonra yine nefsine yenilerek aynı günahı tekrar ediyor olabilir. Belki defalarca tevbe edip, sonra bunların hepsini de bozmuş olabilir. Ama bu, bir daha tevbe edemeyeceği anlamına gelmez. Tevbe kapısı, insan yaşamını sürdürdüğü sürece açıktır. Ancak bilinmelidir ki, insanın ölümün kenarına gelip, ahirette başına gelecekleri fark ederek son anda tevbe etmesi kabul edilmeyebilir. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır: 

Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. 

Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18) 

Bir başka ayette, tüm iman edenler bu kurtuluş yoluna şöyle çağrılmaktadırlar: 

"... Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz." (Nur Suresi, 31) 

ÖLENE DEK SABIR 

İnsan aceleci olarak yaratılmıştır ve bu özelliği yüzünden de türlü hatalar yapar. Oysa Kuran'da, insanın bu aceleciliğini bırakması ve Allah için sabretmesi tavsiye edilir. Mümin, Allah'ın vaat ettiği büyük nimet ve kurtuluşu beklemeyi ve bu uğurda sabretmeyi bilmelidir. Bu bir ibadettir; ayette "Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) hükmü verilir. Allah yolunda yürütülecek mücadelenin de, Allah'a yakınlaşmak için izlenecek yolun da en önemli özelliklerinden biri sabırdır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır: 

"Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, nöbetleşin. Allah'tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz." (Al-i İmran Suresi, 200) 

Bu arada, sabır ile "tahammül" kavramlarını ayırmak gerekir. Cahiliye toplumunda bu iki kavram birbirine karışmış durumdadır, oysa aralarında mümin tarafından kavranabilen önemli bir fark vardır. Tahammül, hoşa gitmeyen, acı veren bir sıkıntıya katlanma eylemidir. Oysa Kuran'da kastedilen sabır, mümin için bir sıkıntı kaynağı değildir. Mümin, Allah'ın rızasını kazanmak için sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, aksine manevi bir haz duyar. Kuran'da, sabrın ancak müminler için bir lezzet, inkarcılar içinse sıkıntı veren bir "tahammül" olduğu şöyle ifade edilmiştir: 

"Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır." (Bakara Suresi, 45) 

Kuran'da, sabrın müminler için "müjdeli" bir ibadet olduğu ve müminlerin karşılarına çıkan zorluklara karşı sabrederken sahip oldukları ruh hali ise şöyle anlatılır: 

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 155-156) 

Sabır öylesine üstün bir özelliktir ki, mümin topluluğuna büyük bir güç katabilir. Allah, gücün sabra göre nasıl değiştiğini aşağıdaki ayette açıklamaktadır: 

Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 66) 

Sabır, Kuran'da anlatılan tüm mümin özelliklerini de kapsayan bir vasıftır. Çünkü bir insan mütevazi, cömert, fedakar, itaatkar olabilir, fakat yalnızca eğer bu özelliklerinde sabır gösterirse bunların bir değeri olur. Sabır, diğer tüm mümin vasıflarını değerli ve geçerli kılan bir vasıftır. İmanı makbul kılan, onda gösterilen sabırdır. Müminin tüm ömrü sabırla geçer. "Allah için sabret" hükmüne yaşamının her günü yeniden itaat eder. Sonunda ise, Allah canını alır ve onu rızası ve cennetiyle ödüllendirir. Cennetin kapısındaki melekler, müminlere şöyle seslenirler: 

"Sabrettiğinize karşılık selam size. Yurdun sonu ne güzel." (Rad Suresi, 24) 

ALLAH'IN MÜMİNLERE DESTEĞİ 

Cahiliye toplumundaki insanlar, karakterlerini sahip oldukları güç ve statüye göre geliştirirler. Kendilerine güvenmeleri için, mutlaka ya zengin, ya ünlü, ya çok güzel, ya da yakışıklı olmaları gerekir. "Saygın" birinin oğlu ya da kızı olmak da yine aynı toplumda önemli bir güven kaynağıdır. 

Ancak kuşkusuz müminler için durum tümüyle farklıdır. Mümin, yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Kendine güvenmesi için, inkarcıların ihtiyaç duyduğu maddi kıstasların hiçbirine ihtiyacı yoktur. 

Çünkü Allah daima müminlerin destekçisidir. Onları inkar edenlerin karşısında zayıf bırakmaz. "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de" (Mücadele Suresi, 21) hükmü gereği, resullerini ve onlara tabi olan müminleri her zaman galip kılar. Mümin tüm dünyanın karşısında tek başına da olsa, bu büyük destekle onlara karşı üstün gelir. Allah, resulüne karşı şu güvenceyi vermektedir: 

Onlar, seni aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü'minlerle destekledi. (Enfal Suresi, 62) 

Unutulmamalıdır ki, müminlere yolları açan, başarı kazandıran, onları geliştiren, güçlendiren Allah'tır. İnsanın çözüm olarak başvurduğu sebepler, başarılı olması için yeterli değildir. Sebepler tek başına hiçbir şey yapamaz; sadece fiili bir duadırlar. Bununla beraber olan sözlü dua ve ihlasın karşılığında Allah istenen sonuçları yaratır. Dolayısıyla müminin başarmak istediği bir işte yalnızca Allah'ın yardımına güvenip dayanması gerekir. 

Böyle olunca da, kendinden son derece emin, hiçbir tehlikeden çekinmeyecek kadar gözü kara ve aleyhte gibi görünen gelişmelerden hiçbir şekilde etkilenmeyecek kadar sağlam karakterli bir insan ortaya çıkar. Kavminin hepsinin birer birer sapmasına karşılık hiçbir şekilde güvensizliğe kapılmayan ve "... Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür" (İbrahim Suresi, 8) diyebilen Hz. Musa, bu konuda çok iyi bir örnektir.
Hz. Musa, bu denli güvenli ve korkusuzdur. Çünkü Allah'ın yardımının müminlerle birlikte olduğuna emindir. Allah, ona, "Korkma, muhakkak sen üstün geleceksin" (Taha Suresi, 68) hükmünü vahyetmiştir. 

Kuşkusuz Hz. Musa'nın tavrı diğer tüm müminler için de örnek olmalıdır. Çünkü Allah, aynı güvenceyi yalnızca Hz. Musa'ya ya da öteki resullere değil, kendi rızasına ihlasla sarılan tüm müminlere vermektedir. İnkar edenlere karşı onları koruyacağını, galip kılacağını vaat etmektedir. Bu gerçek Kuran'da , "... Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez." (Nisa Suresi, 141) şeklinde ifade edilmiştir. 

Mümin, yalnızca Allah'a olan sadakatini korumak, O'na kullukta kararlı olmakla yükümlüdür. Böyle yaptığı takdirde, korkması gereken hiçbir şey yoktur: 

Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide Suresi, 105) 

Doğru yola erişenlere, inkar edenler hiçbir şekilde zarar veremez. Müminleri baskı altına almak, hatta öldürmek için yaptıkları tüm plan ve tuzakları Allah boşa çıkartır. Bir ayette bu sır şöyle açıklanır:
Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. (İbrahim Suresi, 46) 

İnkarcılar müminler aleyhine tuzaklar hazırlarken, Allah da onları, "... bilmeyecekleri bir yönden derece derece" (Araf Suresi, 182) yıkıma doğru sürükler. Söz konusu kişiler, kendi basit mantık örgüleri içinde müminlerden üstün olduklarını ve onları kolaylıkla mağlup edeceklerini sanırlar. Oysa Allah müminlerle beraberdir ve Allah'ın güç, izzet ve azameti de inananlarda tecelli etmektedir. Kuran'da, münafıkların kavrayamadığı bu gerçek şöyle ifade edilir: 

Onlar ki: "Allah'ın Resulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler," derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar. 

Derler ki, "Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır." Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulü'nün ve mü'minlerindir. Ancak münafıklar kavramıyorlar. (Münafikun Suresi, 7-8) 

Bu, kesin ve değişmez bir kuraldır. Mümin, "Ey iman edenler, tedbirinizi alın..." (Nisa Suresi, 71) ayeti gereğince, ibadet kastıyla inkarcılara karşı dikkatli ve tedbirli davranacak, ama söz konusu İlahi kuralın rahatlığı içinde olacaktır. Allah, aynı kuralı bir başka ayetinde şöyle açıklar: 

Şüphesiz inkar edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra 'elçiye karşı gelip zorluk çıkaranlar', kesin olarak Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. (Allah,) Onların amellerini boşa çıkaracaktır. (Muhammed Suresi, 32) 

ÜMİTSİZLİĞE VE ŞEYTANIN OLUMSUZ TELKİNİNE FIRSAT VERMEMEK 

Ümitsizlik iki türlü olabilir. Birincisi, insanın karşılaştığı zorluklar karşısında ümitsizliğe kapılmasıdır. Ancak iman eden her insan, Allah'ın koruması altında yürütülen ve O'nun destekleyeceğini vaat ettiği işlerde bir olumsuzluk olmayacağını bilmelidir. Çünkü Kuran'daki ayetlerde, Allah'ın kesin bir biçimde müminlerin destekçisi olduğu ve onları asla inkarcılar karşısında yardımsız bırakmayacağı haber verilmektedir. 

Ümitsizliğin ikinci türü ise, kişinin yaptığı bir hata ya da işlediği bir günah nedeniyle kendi imanından ümit kesmesi, Allah'ın kendisini bağışlamayacağına ve artık cehennemlik olduğuna kendini inandırmasıdır. Oysa bu tamamen Kuran'a muhalif bir düşünce, bir kuruntudur. Aksine Allah kendisine samimi bir biçimde tevbe edenlerin tüm günahlarını bağışlar. Allah'a yönelmek, O'nun rahmetine sığınmak için hiçbir nokta "çok geç" değildir. Allah, Kuran'da kullarına şöyle seslenmektedir: 

... Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Zümer Suresi, 53) 

Ümitsizlik, şeytanın mümini Allah yolundan alıkoymak için verdiği vesveselerden biridir. Şeytan bu yolla hata yapan bir müminin moralini bozmaya, yapılan basit hataları kendi gözünde büyütmeye ve onu daha da büyük hatalara sürüklemeye çalışır. Hedefi, mümini imanından ve samimiyetinden kuşkuya düşürmek, ona boş kuruntular aşılamaktır. Eğer insan şeytanın bu yönteminden etkilenirse, giderek imani bir zayıflığa düşer, hata üstüne hata yapmaya başlar. "Bir kere hata yaptım, artık dönüşü yok" diye dile getirilen bir mantık içerisinde, giderek daha da büyük günahlara sürüklenir. 

Mümin böyle bir hisse kapıldığında hemen Allah'a sığınmalı, Kuran'ın nuruyla düşünmeli ve şeytanın istediği bu korkunç ruh halinden çıkmalıdır. Bir ayette, müminin göstermesi gereken tavır şöyle açıklanır: 

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Araf Suresi, 200) 

Mümin, ihlaslı ve samimi olduktan sonra hata dahi yapsa, bağışlanma diledikten sonra Allah'ın kendisini affetmesini umabilir. Yapılan hata ne olursa olsun yine de her an tevbe edip durumunu düzeltebilir. Allah sonsuz rahmet ve adalet sahibi iken, müminlere cenneti ve başarıyı vaat etmişken ümitsizliğe kapılmak, ancak şeytanın bir hilesidir. Hz. Yakub'un Kuran'da bildirilen şu öğüdü, tüm müminler için yol göstericidir: 

"... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) 

HER OLAYIN KURAN AHLAKIYLA DEĞERLENDİRİLMESİ 

Müminin yaşamının amacı, Allah'a kulluk etmekten başka bir şey değildir. İnsan dünya üzerinde kendi hırslarına göre yaşamak, tutkularının peşinde koşmak ya da başka insanlara hizmet etmek için değil, yalnızca ve yalnızca Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır. 

Allah'a kulluk etmesinin yolu ise, Kuran'ı kendisine rehber edinmesidir. Mümin için nihai amaç, Kuran'ın her hükmüne elinden gelenin en fazlasıyla uyabilmektir. 

Kuran'a bakıldığında ise, müminin yalnızca namaz, oruç, hac gibi muhkem ibadetlerle değil, aynı zamanda uygulanması teşhis ve yorum gerektiren ibadetlerle de yükümlü kılındığını görürüz. Örneğin bir ayette "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et..." (Nahl Suresi, 125) emri verilir. Burada kast edilen "hikmet"in ve "güzel öğüt"ün ne olduğunu, mümin, hem Kuran'ın genel mantık ve üslubuna bakarak, hem de kendi akıl ve anlayışına başvurarak bulacaktır. 

Müminin aklını ve anlayışını devreye sokmasını gerektiren pek çok yükümlülük daha vardır. Örneğin Allah Kuran'da, müminin karşılaşacağı insan tiplerini ve toplum modellerini tarif eder, bunlara karşı gösterilmesi gereken tavırları da bildirir. Hatta çoğu zaman, karşılaşılan insan tipine ve onun öne sürdüğü mantıklara karşı söylenmesi gereken sözler, "De ki" ile başlayan ayetlerde haber verilir. 

Mümine karşılaşacağı durumlarla ilgili bilgi ve emir veren tüm bu ayetler, Kuran'da çok açık bir biçimde yazılıdırlar. Ancak, bunların günlük yaşama aktarılması, öncelikle Kuran'da kast edilen durumların günlük hayatta teşhis edilmesini gerektirir ki, müminin aklının ve anlayışının devreye girdiği nokta budur. 

Kuran'da, farklı insan tipleri anlatılır; Müslümanlar, müşrikler, münafıklar, kalplerinde hastalık olanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler gibi. mümin bunlarla ilgili ayetleri çok iyi öğrenebilir; çünkü asıl yapılması gereken şey, Kuran'da tarif edilen bu insan karakterlerini çok iyi tanıyabilmek, insan ilişkilerini ve tüm yaşamını Allah'ın emirleri doğrultusunda şekillendirmektir. 

Mümin bilmelidir ki, etrafındaki tüm insanlar, Kuran'da tarif edilen bu insan modellerinin birine girmektedir. Çünkü hepsi yaratılmıştır ve "Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık" (Enbiya Suresi, 16) hükmü gereği bir amaç üzerel, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği toplum modelini oluşturmak için vardırlar. 

Mümin, bu gerçeğin bilincinde olarak hareket ederse, Allah'ın kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirebilir. İnsanın gördüğü her madde, her olay gerçekte Kuran'da yazılanların birer yansımasından başka bir şey değildir. Bir ayette, bu konu şöyle açıklanmıştır: 

Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahit olması yetmez mi? (Fussilet Suresi, 53) 

İşte tüm evren, gerçekte Kuran'ın "afakta" (ufuklarda) görünen ayetlerinin toplamından ibarettir. Nasıl bir tablo, kendi ressamını tanıtırsa, o tablodaki her detay, ressamın fırçasının izlerini gösterirse, tüm evren ve o evrenin her detayı da herşeyin yaratıcısı olan Allah'ı göstermek için vardır. 

Mümin bu gerçeğin bilincine vardıkça, hem Allah'ı daha iyi tanır ve O'na daha çok yaklaşır, hem de O'nun hükümlerine çok daha ayrıntılı bir biçimde itaat eder. Hayatın her detayının gerçekte Kuran'da tarif ya da işaret edilen bir "ayet" olduğunu kavradıkça, "günlük yaşam" denen şeyin her aşamasında Kuran'a göre düşünecek ve Kuran'ın hükümlerini uygulayacak hale gelir. 

Her olay, Allah'ın yarattığı kadere bağımlı olarak gelişir, bu yüzden de herşeyin bir sebebi ve hikmeti vardır. Mümine düşen, karşılaştığı her olayı Kuran'a göre yorumlamak ve Kuran'da belirtilen tepkileri vermektir. Eğer "boş" bir şeyle karşılaşırsa, Kuran'ın hükmüne göre ondan yüz çevirmelidir. 

Müminin karşılaştığı her olayı Kuran ayetlerine göre yorumlaması, öncelikle Kuran'a dayalı bir kültür ve karakter geliştirmesine bağlıdır. Bunun için de cahiliyenin kendisine verdiği tüm kültürü ve karakter özelliklerini üzerinden atması gerekir. Bir olay karşısında ne yapması gerektiğine, cahiliye toplumunda yerleşik olan kıstaslara göre değil, Kuran'a göre karar vermelidir. Kuran'da ise karşılaştığı her duruma ışık tutan bir çözüm bulacaktır. Çünkü o, "herşeyin açıklayıcısı" (Nahl Suresi, 89)olarak insanlara indirilmiştir. 


KALPTEKİ NİYETİ ALLAH'IN BİLMESİ

İnkarcıların en temel özelliklerinden biri, samimiyetsiz olmalarıdır. Hem Allah'a, hem diğer insanlara, hem de kendilerine karşı samimiyetsizdirler. İnsanların yüzüne karşı menfaat gereği çok sıcak davranırken, içlerinden onlara karşı çok kolay kin veya kıskançlık besleyebilmektedirler. Aynı iki yüzlülüğü kendilerine karşı da yaparlar; yaptıkları yanlışları kendileri de bildikleri halde bilinçaltlarına iter ve kendi kendilerini mükemmel bir insan olduklarına inandırırlar. 

Bu samimiyetsizliğin temelinde, kalplerinden geçen düşüncelerin kimse tarafından bilinemeyeceği ve dolayısıyla bu düşünceler nedeniyle kimse tarafından suçlanamayacakları inancı yatar. Bu inanç kendi toplumları içinde doğrudur; kimse kimsenin gerçek düşüncelerini bilmez. Ancak hesaplamadıkları bir şey vardır; Allah, insanların zihinlerinden geçen tüm düşünceleri, hatta kendilerinin bile farkına varmadıkları bilinçaltlarını en iyi biçimde bilendir. Allah'ın gizli veya açık herşeyi bilen olduğu ayetlerde şöyle bildirilmektedir: 

Göklerde ve yerde olanların tümünü bilir; sizin saklı tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilir. Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Tegabün Suresi, 4) 

Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir. (Mülk Suresi, 13-14) 

Hiç kimse, Allah'ın bilgisi dışında bir diğeriyle konuşamaz, Allah'ın takibinden kaçamaz. Kuran'da bu gerçek şöyle ifade edilmiştir: 

Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7) 

Dolayısıyla insanın Allah'ı aldatması hiçbir şekilde mümkün değildir. Allah, kişinin yaptığı tüm fiilleri, kalbinden geçen düşünceleri, hatta onun dahi tam olarak bilmediği bilinçaltını bilir. Bir ayette şöyle bildirilir: 

"Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf Suresi, 16) 

Bu durumda insanın yapması gereken şey, Allah'a karşı son derece samimi ve boyun eğici olmaktan başka bir şey değildir. Allah insanın ne olduğunu bilirken, Allah'a karşı kendini olduğundan üstün göstermeye çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. İnsan, zaaflarını, eksiklerini, kusurlarını, imani zayıflıklarını Allah'a samimi bir biçimde açmalı ve O'ndan yardım istemelidir. 

Peygamberler, Allah ile olan samimi bağlantının en güzel örnekleridir. Allah'a "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" şeklinde dua eden, Allah kendisine "inanmıyor musun?" diye sorunca da, "hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için" (Bakara Suresi, 260) şeklinde cevabı ile Hz. İbrahim, bu konuda Kuran'da örnek verilmektedir. Aynı şekilde, Allah kendisine "Firavun'a git" emrini verdiğinde, "Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum" (Kasas Suresi, 33) diyerek Allah'tan güç ve dirayet isteyen Hz. Musa'nın sözleri bir samimiyet örneğidir. 

İnsan Allah'a muhtaç olduğunu kavramadan kendini güçlü, dirayetli, takva sahibi, cesur görmeye çalışmakla bu özelliklere kavuşmaz. Çünkü "... insan zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa Suresi, 28) ve bu zaafı, Allah'a muhtaç olduğunu iyice anlasın diye vardır. Bu nedenle, samimi bir biçimde Allah'a yakınlaşmalı, kendisinde gördüğü her türlü hatayı O'na açıp, Rabbimizden destek istemelidir. 

DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ 

İnsan dünyaya geçici bir süre için gelmiştir. Burada hem imtihan edilecek, hem eğitilecek, sonra da ahiretteki ebedi yurduna gidecektir. Dünyadaki nimetler, güzellikler ise, cennetteki gerçek nimetlerin çok eksik bir kopyası olarak, ahireti hatırlatmak kastıyla yaratılmışlardır. 

Ancak inkarcılar bunu kavrayamaz ve ebedi sandıkları dünya hayatını varlıklarının tek amacı haline getirirler. Bu ise tam anlamıyla bir aldanıştır. Çünkü son derece geçici, eksik ve kusurlu olan dünya nimetleri, ebediyete ve mükemmelliğe istek duyan insanı tatminden çok uzaktırlar. Allah dünyanın nasıl bir aldanış olduğunu bir ayette şöyle bildirir: 

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20) 

Gerçekten de, gaflet içinde yaşayan inkarcıların hepsi, üstte sayılan birkaç hedefe (mal ve çocuklarda çoğalma tutkusu, övünme gibi) ulaşmayı amaç edinerek yaşarlar. Al-i İmran Suresi'ndeki ayetlerde, dünyadaki aldatıcı süsler hakkında şöyle buyrulmaktadır: 


Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. 

De ki: "Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 14-15) 

Dünya, ahiretle karşılaştırılamayacak kadar basit ve değersizdir. Bunu ifade etmek için olacak, Arapça'daki "dünya" kelimesi, "dar, sıkışık, pis yer" anlamından türemiştir. İnsanlar dünya üzerinde geçirecekleri 60-70 yıllık ömrü başta çok uzun ve tatmin edici sanırlar, oysa çok kısa bir süre sonra bu ömrün sonuna gelir. Ölüm yaklaştıkça da, yaşadıkları hayatın ne kadar kısa olduğunu daha iyi anlarlar. Mahşer (diriliş) günü ise, onlarla şöyle konuşulur: 

Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz. Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 112-115) 

Allah'a isyan ederek dünya hayatına hırsla kapılmak ve ahireti göz ardı etmek, ebedi cehennemle cezalandırılacak bir suçtur. Allah, "Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr edenler" hakkında şu hükmü verir: 

"İşte bunlar, ahireti verip dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez." (Bakara Suresi, 86)
Başka ayetlerde ise şöyle buyrulmaktadır: 

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazandıkları dolayısıyla barınma yerleri ateştir. (Yunus Suresi, 7-8) 

Bazı insanlar dünyanın Allah'ın yarattığı geçici bir yurt olduğunu inkar ederler. Dahası bu geçici yurtta Allah'ın yarattığı bazı nimetlere Rabbimizden yüz çevirerek hırsla bağlanır, bunları sahiplenirler. Böyle bir insan, elbette ki azaba müstahaktır. Kuran'da, böylelerinin durumu çok açık ifade edilmiştir. Ayetlerde şöyle hükmedilmiştir: 

Artık kim taşkınlık edip-azarsa,
Ve dünya hayatını seçerse,
Şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 37-39) 

MÜLKÜN GERÇEK SAHİBİ 

İnsanların çektiği acıların ya da birbirlerine yaptıkları eziyetlerin başlıca nedenlerinden biri, mülk kavgasıdır. Hatta cahiliye toplumunun yaşamının tümü "mülk sahibi olma" hırsına dayanır. Bu kişiler sürekli daha fazla mala sahip olabilmek için uğraşır, bu tutkuyu yaşamlarının en büyük amacı haline getirirler. 


Oysa dünya hayatının temelini teşkil eden bu "çoğalma tutkusu" (Hadid Suresi, 20), tam manasıyla bir aldanıştır. Çünkü yeryüzündeki tüm mülkün sahibi Allah'tır. İnsanlar, "mal sahibi" olduklarını sanmakla kendilerini aldatırlar. Sahip olduklarını sandıkları şeyleri kendileri yaratmamışlardır, o şeyleri yaşatmaya güçleri yetmez. Yok olmalarını da engelleyemezler. Dahası, bir şeye "sahip" olacak bir durumları yoktur, çünkü kendileri bir başka varlığın "mülkü"dürler; "İnsanların sahibi" (Nas Suresi, 2) olan Allah'ın kontrolü altındadırlar. 

Kuran'da, tüm varlıkların, kendilerini yaratmış olan Allah'ın mülkü olduğu şöyle haber verilir: "Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur". (Taha Suresi, 6) Bir başka ayette ise şöyle denir: "Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azaplandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, herşeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 40) 

Allah, sahip oldukları malları insanlara dünya hayatında "emanet" olarak vermiştir. Bu emanet, belli bir vakte kadardır ve elbette günü geldiğinde hesabı sorulacaktır. 

İnsana sorulacak olan hesap, kendisine "emanet" olarak verilen mülkü nasıl ve hangi mantıkla kullandığıdır. Eğer o mülkü kendisinin saymış, sahiplenmiş ve o mülkü nasıl kullanması gerektiğini kendisine anlatan resullere karşı "Mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?" (Hud Suresi, 87) diye cevap vermişse, büyük bir azaba müstahak olur. Kuran'da, bu kişilerin başına gelecekler şöyle haber verilmiştir: 

Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180) 

Ayette belirtildiği gibi, Allah'ın bol ihsanından insanlara verilen mallar, o insanlar tarafından "cimrilik" yapmadan harcanması içindir. İnsan, malı sahiplenip onu muhafaza etmeye çalışmak yerine, malın gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmek ve malı Rabbimizin emrettiği biçimde harcamakla yükümlüdür. Kendisine emanet verilen mallardan, kendi ihtiyaçları için gerekli olan makul bir kısmını kullanacak, "ihtiyaçtan arta kalanı" (Bakara Suresi, 219) ise Allah yolunda harcayacaktır. Eğer Allah yolunda harcamak yerine, bu malları "biriktirmeye" kalkarsa, onları sahiplenmiş olur. Bunun ahiretteki cezası ise çok ağırdır. Bu kimseler hakkında Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır: 

... Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35) 

İslam'da "iktisat" vardır, ama "malı yığma" yoktur. Müminler, yığılacak mallara değil yalnızca Allah'a güvenirler. Allah da bu tevekküllerine karşılık onların bereketini artırır. İnfak ettikleri (Allah yolunda harcadıkları) mallara karşılık, onlara çok daha fazlasını verir. Ancak onlar bunu da infak ederler, Allah nimetini daha da artırır. Bir ayette, infakın bereketi şöyle ifade edilir: 

Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 261) 

Malı sahiplenen ve onu hayır yolunda harcamayıp biriktirenin durumu ise şöyle anlatılır: 

... O, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır.
"Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Hümeze Suresi, 2-6) 

ŞÜKÜR 

Allah herşeyi bir amaç ve hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir amaç üzerine yaratmıştır. İnsana verilen herşey; hayat, iman, rızıklar, sağlık, göz, kulak tüm bunlar, insanın Allah'a şükretmesi için birer nimettir. 

İnsan, eğer cahiliye toplumunu saran gaflet perdesini kaldırır da, etrafını şuurlu bir biçimde gözlerse, hoşuna giden herşeyin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu görebilir. Yediği tüm besinler, soluduğu temiz hava, etrafındaki güzellikler, tüm bunları görmesini sağlayan gözü, herşey, ama herşey Allah'tan bir nimettir. Öyle ki, bu nimetler sayılamayacak kadar çokturlar. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilmektedir: 

Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18) 

Ve kuşkusuz tüm bu nimetlerin de bir amacı vardır. Tüm bunlar, insanlar nefislerinin dilediği gibi kullansın, sorumsuzca ve şımarıkça tüketsin, talan etsin diye yaratılmamışlardır. Aksine, nimetin verilmesindeki amaç, o nimeti kullanan kişiyi Allah'a yöneltmektir. Çünkü verilen herşey, karşılığında şükrü gerektirir. En büyük ve en güzel nimetleri hiç durmaksızın insanlara veren Allah'a ise, en fazla ve en samimi şükrü yapmak gerekir. 

Şükür hem büyük bir ibadettir, hem de insanı "azgınlaşmaktan" korur. Çünkü insanın nefsinde, zenginlik ya da güç bulduğunda zalimleşmeye, zorbalaşmaya, vicdansızlaşmaya karşı bir eğilim vardır. Zenginleşir, güzel imkanlara kavuşursa, acizliğini unutmaya ve kibirlenmeye başlar. Şükür, işte bu "azgınlaşmayı" engeller. Şükreden insan bilir ki eline geçen her nimeti kendisine veren Allah'tır. Bu nimeti de, Allah'ın yolunda, Rabbimizin istediği biçimde kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, büyük mülk ve hakimiyet verilen Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi peygamberlerin tevazu ve olgunluklarının anahtarı budur. Kendisine verilen mülk nedeniyle azgınlaşan Karun'un da asıl sorunu, şükretmeyi bilmemesidir. 

Eğer mümin, kendisine verilen nimetlerden dolayı azgınlaşmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını yaptığı şükürle Allah'a gösterirse, Allah da ona daha fazla nimet verir. Allah'ın Kuran'da verdiği "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir" (İbrahim Suresi, 7) hükmü, bunu ifade etmektedir. 

Şükür, yalnızca Allah'a söz ile hamd etmekle değil, Rabbimizin verdiği tüm nimetleri Hak yolunda kullanmakla olur. Mümin, kendisine verilen herşeyi, Allah'ın dininin hizmetine sokmakla yükümlüdür. En başta da, Allah'ın kendisine verdiği bedeni O'nun rızası için, O'nun yolunda mücadele etmek için kullanacaktır. Kuran'da, Allah'ın nimetlerine şükretmenin, O'nun nimetlerini başkalarına anlatmakla, yani dini tebliğ etmekle olacağı şöyle ifade edilir: 

Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.
Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı?
Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi?
Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi?
Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme.
İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma.
Rabbinin nimetini durmaksızın anlat. (Duha Suresi, 5-11) 

HER AN DEVAM EDEN İMTİHAN 

Başta da belirttiğimiz gibi, dünya üzerinde gerçekleşen ve insanın da şahit olduğu hiçbir olay, amaçsız ve boşuna gerçekleşmez. Allah herşeyi bir hikmete göre yaratır. Bunu kavramak ise, insanın bilincine bağlıdır. İmanı, dolayısıyla da aklı ve basireti artan insan, giderek olaylardaki hikmetleri daha iyi kavrar. 

Bu hikmetlerin en önemlilerinden biri ise, insanın imtihan edilmesidir. Allah, karşısına çıkardığı özel yaratılmış durumlarla, insanın samimiyetini ve imanını dener. Ona bazen nimet verir, şükredip etmediğini ortaya çıkarır. Bazen de sıkıntı verir, tevekküllü ve sadakatli davranıp davranmadığını ortaya çıkarmak için. Bir ayette şöyle denmektedir: 

"Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz". (Enbiya Suresi, 35) 

İmtihanın farklı farklı çeşitleri olacaktır. Bu durum bir başka ayette şöyle açıklanır: 

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155) 

Aslında insanın tüm yaşamı, imtihan sırrına uygun olarak tasarlanmaktadır. Öncelikle bedeni, imtihan edilmek içindir. Kuran'da "Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık" (İnsan Suresi, 2) hükmü verilir. Dolayısıyla insanın işittiği ve gördüğü herşey, gerçekte kendisi için bir imtihan sebebidir. Karşılaştığı her olayda önünde iki seçenek vardır; ya Kuran'ın hükmüne ya da kendi nefsinin tutkularına göre hareket edecektir. Allah, çeşitli zorluklar meydana getirerek müminin sabrını ve kararlılığını da dener. Bunların en önemlilerinden biri, inkarcılar tarafından müminlere yapılan baskılardır. Sözlü saldırılar, alay etmeler, fiziksel baskılar, hatta işkenceler ve öldürme teşebbüslerini içeren tüm bu faaliyetler, ancak müminleri sınamak içindir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır: 

Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir. (Al-i İmran Suresi, 186) 

İmtihandaki en önemli nokta, karşılaşılan durumun Allah'ın yarattığı özel bir deneme olduğunun kavranmasıdır. Eğer insanın kavrayışı sınırlı olur da, karşılaştığı durumun bir imtihan olduğunu anlamazsa, son derece yüzeysel bir bakış açısına sahip olur. Kuran'da, kendilerine konulan cumartesi yasağını aşan Yahudilerin karşılaştığı bu tür bir durum şöyle anlatılır: 

Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte Biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163) 

İmtihan, akılla anlaşılır ve akılla aşılır. Bu nedenle mümin, hayatının her anında bir imtihan dünyasında yaşadığını bir an olsun unutmamak ve Allah'ın hikmetlerini görebilmek için dua etmeli, dikkatli ve ihtiyatlı davranmalıdır. Unutulmamalıdır ki, cennet gibi büyük bir mükafat, sadece "iman ettik" demekle kazanılmaz. Allah bu gerçeği de ayetlerinde şöyle haber vermiştir: 

İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?
Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)
Bir diğer ayette ise, şöyle denir: 

Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 142) 

ALLAH KİMSEYE KALDIRAMAYACAĞI YÜKÜ VERMEZ 

Cahiliye toplumundaki insanların bir bölümü, dini uygulamanın kendilerine zor geldiğini ve bu nedenle din dışı bir hayat sürdüklerini iddia ederler. Böylece Allah'a karşı olan nankörlüklerini kendilerince meşrulaştırmayı, suçlarını hafifletmeyi umarlar. Oysa yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar. Çünkü Allah, kimseye kaldıracağından daha ağır bir sorumluluk yüklemez. Allah Bakara Suresi'nde şöyle buyurmaktadır: 

"Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir..." (Bakara Suresi, 286) 

Bir başka ayette ise, Allah'ın bize seçip beğendiği dinin Hz. İbrahim'in dini gibi kolay olduğu ifade edilir: 

Allah adına gerektiği gibi cehd edin (çaba harcayın). O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)

Gerçek böyleyken, insanın dini uygulamanın zor olduğunu, istediği halde bunu yapamadığını iddia etmesi, kuşkusuz bir samimiyetsizliktir. Bu iddiayla da kişi hiç kimseyi kandıramaz; ancak kendi kendini aldatmış olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder