16 Haziran 2012 Cumartesi

ALLAH'I HAKKIYLA TAKDİR ETMEK



Kuran ayetlerinde, Allah'ın sıfatlarının bir kısmı şu şekilde haber verilmektedir: 

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255) 

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12) 

Ancak insanların çoğu Allah'ın bu sıfatlarını bilmez, Rabbimizi gereği gibi tanımazlar. Cahiliye insanlarının, Allah inancı, kendi kafalarında ürettikleri bazı hurafelere göredir. Bu nedenle de, Allah'ın sonsuz gücünü ve azametini kavrayamazlar. Kuran'da, bu kişiler, "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir." (Hac Suresi, 74) ayetiyle tarif edilir.
Allah'ın gücünü hakkıyla takdir etmek, imanın en önemli şartlarındandır. Mümin, içinde yaşadığı cahiliye toplumundaki çarpık Allah inancından kopar ve cahiliye toplumunun tüm sapkın inanışlarını reddeder. 

DİKKATLİ OLMAK



Tefekkürün önemli bir parçası da dikkattir. Başta da belirttiğimiz gibi, Allah, tüm evreni ve o evrenin her parçasını Kendi varlığının delillerini göstermek için yaratmıştır. Ancak inkarcılar bu gerçeği kavrayamazlar. Çünkü bu inceliği kavrayacak bir "görme" yeteneğine sahip değildirler. Kuran'da ifade edildiği şekliyle "... gözleri vardır bununla görmezler...". (Araf Suresi, 179) Gözleriyle gördükleri maddesel evrenin üzerindeki ince perdeyi kaldırıp, arkasındaki büyük gerçeği fark edebilecek bir akla ve kavrayışa sahip değildirler. 

Mümin ise, Allah'ın kainatı bir hikmet ile ve bir amaç üzere yarattığını kabul etmekle, bu, gözleri olan ancak görmeyen güruhtan ayrılır. Ancak bu kabul imanın ilk aşamasıdır. İman ve ona paralel olarak akıl geliştikçe, mümin kabul ettiği bu büyük gerçeği karşısına çıkan her ayrıntıda teşhis etmeye başlar.
İmanın söz konusu gelişimi üç aşamaya ayrılır; İlm-el yakin, Ayn-el yakin, Hakk-el yakin. 

Bu evreleri açıklamak için kullanılan bir yağmur örneği vardır. Dışarıda yağmurun yağdığını bilmenin üç derecesi bulunur. Birinci derecede yani ilm-el yakinde, bir kişi pencereleri kapalı bir biçimde evinde oturmakta iken dışarıdan gelen birisi, ona yağmurun yağdığını söyler ve o da onun doğruluğuna inanır. İkinci derece, ayn-el yakin, yani gözle kavrama derecesidir: Kişi, pencerenin yanına gider, perdeyi aralar ve yağmurun yağdığını gözleriyle görür. Hakk-el yakinde ise, kapıyı açar ve evden çıkar; artık yağmurun "içinde"dir. 

İşte imanın ilm-el yakinden ayn-el yakine, hatta daha da ilerisine gitmesi için yapılması gereken fiili dualardan biri, dikkatli olmaktır.

DUA VE ŞEKLİ



Allah bir ayetinde, duanın önemini şöyle ifade eder: 

De ki: 'Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?'... (Furkan Suresi, 77) 

Gerçekten de dua, bir mümini inkar edenlerden ayıran, Allah katında "değerli" kılan temel ibadetlerden ve imanın en açık göstergelerinden biridir. 

İnsanların çoğu, tüm evrenin bir maddeler toplamı olduğunu ve bu maddelerin de, hiçbir ilahi kontrol olmadan birbirlerini etkileyerek hareket ettiklerini sanır. Gerçekte var olan herşeyin Allah'ın iradesine boyun eğmiş olduğunun, herşeyin ancak Allah'ın "Ol" emri ile olduğunun farkında değildirler. Bu nedenle de, tüm yaşamları, bu maddeler dünyasında mücadele, çaba ve uğraşı içinde çalışmakla geçer.
Ancak iman eden bir insan evrenin sırrını bilmektedir. Bu nedenle, istediği bir şeye ulaşmanın asıl yolunun, o şeyleri kontrol edenden istemek olduğunu da anlar. Bilir ki, Allah, herşeyi Kendi iradesine boyun eğdirmiştir, herşeye hakimdir ve Kendisinden yardım isteyen kullarına da şefkatle cevap verir. Allah bir ayetinde kullarına şöyle seslenir: 

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

İNKARCILARA SEVGİ DUYMAMA


İnsanın Kuran ahlakını hakkıyla yaşayabilmesi için, cahiliye toplumunun tüm ön yargılarından, batıl inanışlarından ve değer yargılarından tamamen kopması gerekmektedir. Terk edilmesi gereken kavramların başında da, cahiliyenin sevgi anlayışı gelir. 

Cahiliyede sevgi menfaat üzerine kuruludur. İnsan bir diğer insanı kendisine menfaat sağladığı, kendisine baktığı ya da en azından iyi davrandığı için sever. Sevginin bir diğer ölçüsü ise kan bağıdır; insanlar kendi ailelerinden, sülalelerinden, "aşiret"lerinden hatta kimi zaman milletlerinden olan başka insanları sırf aralarındaki kan bağı nedeniyle severler. 

Oysa mümin için sevginin kıstası bunlar değildir. Çünkü o, herşeyden fazla olarak Allah'ı sevmektedir. Bu, Kuran'da şöyle açıklanır: 

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165) 

VİCDAN VE RUH

"Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön." (Fecr Suresi, 27-28) 

Kuran'da bildirildiğine göre, nefsin iki ayrı yönü olduğunu, bir kısmının "heva"dan, yani Allah'ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu biliyoruz. Nefsin öteki kısmı ise, insanı Allah'a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki "fücur"dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı, vicdandır. 

Secde Suresi'nde Allah'ın insana kendi ruhundan "üflediği" şöyle haber verilir:
"Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi..." (Secde Suresi, 7-9) 

İşte insanın sahip olduğu tüm vasıflar, Allah'ın kendisine üflemiş olduğu "ruhtan" kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin istek ve tutkularına göre değil de ve vicdanını kullanarak hareket ederse Allah'ın beğendiği sıfatları üstünde taşımaya başlar. Allah sonsuz merhametlidir; dolayısıyla O'na teslim olan bir mümin de merhamet sahibidir. Allah sonsuz akıl sahibidir; O'na kulluk eden bir mümin de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah'a ne kadar yakınlaşır, O'na ne kadar teslim olursa, Rabbimizin ahlakıyla daha çok ahlaklanır ve "yaratılmışların en hayırlısı" (Beyyine Suresi, 7) olur. 


Daha önce de belirttiğimiz gibi nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevaya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bir vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. 

Şems Suresi'nde haber verildiği üzere, Allah insana "nefsinin fücurundan sakınmayı" ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak özümsediği takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir. Zaten Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdanın gereklerine göre belirlenmiştir. Rum Suresi'ndeki iki ayette, bu konuda şöyle buyrulmaktadır:

İNCE DÜŞÜNCELİ OLMAK

Cahiliye toplumundaki insanların büyük bölümü kaba, düşüncesiz, vurdumduymaz bir karaktere sahiptirler. Bunun en büyük nedeni ise, inkarcıların temel vasıflarından biri olan bencilliktir. Herkes yalnızca kendi menfaatlerini düşünür. Diğer insanların düşünce ve duyguları ise ya ikinci plandadır ya da hiç dikkate alınmaz. 

Oysa gerçek bir mümin topluluğu tümüyle farklıdır. Çünkü müminlerin en önemli özelliklerinden biri, nefislerinin bencil tutkularından kurtulmalarıdır. Nefsinin sonsuz isteklerini yenebilmiş olan mümin ise, diğer müminlere karşı fedakar ve ince düşünceli davranır. Kuran'da Peygamberimizle birlikte Mekke'den göç eden muhacirler ile Medine'de onlara yardım eden müminler (Ensar) arasındaki bu fedakarlık şöyle anlatılır: 

Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9) 

Görüldüğü gibi, Kuran ahlakı, müminlerin kendi haklarından da feragat ederek diğer mümin kardeşlerini kendilerinden üstün tutmalarını gerektirmektedir. Gerçek iman, gerçek teslimiyet ve gerçek kardeşlik budur. 

CAHİLLERDEN YÜZ ÇEVİRMEK



Kuran'da müminlerin vasıfları anlatılırken şöyle denir: 

O Rahman'ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman "Selam" derler. (Furkan Suresi, 63) 

'Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55) 

Yaratılışları gereği müminler son derece huzurlu bir ruh haline sahipken, inkarcılar son derece huzursuz, saldırgan ve saygısızdır. Adeta cehennem azabı onlar için henüz dünyada iken başlamıştır ve en basit bir olay bile ani tepkiler vermelerine sebep olmaktadır. Bu nedenle, cahiliye toplumu içinde, günlük hayatta her an sorun çıkarabilecek insanlarla sık sık karşılaşılır. Ancak müminler, çok üst bir ahlaka ve bakış açısına sahip oldukları için bu insanlarla gereği gibi muhaolurlar. Onlara karşı daima üstteki ayetlerde tarif edilen asil tavrı sergilerler. Müdahale edilmesi gereken durumlarda da en uygar, en etkili ve yasal yolları kullanırlar.

BİLGİ SAHİBİ OLUNMAYAN KONUDA TARTIŞMAMAK


Kuran'da, "... İnsan, herşeyden çok tartışmacıdır" (Kehf Suresi, 54) ayetiyle nefsin önemli bir özelliği haber verilir. Başka ayetlerde ise bu özelliğin inkar edenler üzerindeki tecellisi şöyle anlatılır:
Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: "Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?" Onu yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar 'tartışmacı ve düşman' bir kavimdir. (Zuhruf Suresi, 57-58) 

İnkarcıların bu tartışma eğilimi, ilk başta gözüktüğü gibi farklı fikirlerin değerlendirilerek doğrunun bulunması amacından değil, sadece ve sadece nefsani bir karşı çıkma hırsından kaynaklanır. Cahiliyenin tartışmalarında, kimse karşı tarafın fikrini değerlendirip doğruyu bulmaya çalışmaz. Yalnızca kendi fikrini galip getirmeye ve karşı tarafı ezmeye çalışır. Düzenledikleri hemen her tartışmanın yüksek bir ses tonunda, gerilmiş yüz ifadeleriyle geçmesi ve hatta kimi zaman kavgaya dönmesinin nedeni budur. 

En akılsızca olanı ise, hakkında hiçbir bilgileri olmayan konularda tartışmalarıdır. Son derece cahil oldukları din konusunda sürekli "ahkam kesmeleri" ve müminlerle tartışmak istemeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Bir ayette, konuya şöyle dikkat çekilir: 

İşte sizler böylesiniz; hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp-duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz. (Al-i İmran Suresi, 66)

ALAYCI TAVIR GÖSTERMEMEK


Allah Kuran'da alaycılığın çirkin bir ahlak olduğunu ve iman edenlerin bundan sakınmaları gerektiğini bildirmiştir. Müminler arasında alayın yeri olmadığını Allah, bir ayette şöyle hükme bağlar: 

Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11) 

Bu ayet, alayın her türlüsünden şiddetli bir kaçınma gerektirir. Buna karşın, bazı insanlar alay etmeyi, sadece önünden geçen birine çelme takıp yere düşünce kahkahalarla gülmek gibi kaba hatlarla düşünüyor olabilirler. Oysa alay kurnaz bir gülümseme, espriyle yumuşatılmış bir "iğneleme" ya da açıkça tavır sergilenemeyecek bir ortamda, aynı alaycı hissi paylaşan biriyle göz teması kurma şeklinde de olabilir. Bu tip hareketler cahiliye kültürüne aittirler ve müminlerin arasında yaşatılmaları da son derece çirkin bir tavır olur. Öyle ki, Kuran'da, "kaş göz işaretleriyle alay eden"lerin sonunun "hutame" olduğu şöyle haber verilmektedir: 

Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; 

Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. 

MÜMİNLERİ HOŞLANMADIKLARI LAKAPLA ÇAĞIRMAMAK


Birbirine kötü ve hoşa gitmeyen lakaplarla hitab etmek, herşeyden önce inkarcıların kendi aralarında sergiledikleri bir tavırdır. Bundaki amaç, kötü lakapla çağrılan kişinin küçük düşürülmesi ve diğerlerinin ondan "üstün" olduğunun vurgulanmasıdır. 


Kötü lakabın konusu, fiziksel bir kusur olabileceği gibi kişinin geçmişte yapmış olduğu hatalı bir hareket de olabilir. İnkarcıların en önemli özelliklerinden biri, böyle hareketleri asla unutmamaları ve bir daha hayat boyu tekrarlanmayacak olsa bile kişiye hep o hareketi yakıştırmalarıdır. 

Oysa müminler gerek olgun ve bağışlayıcı karakterleri, gerekse aralarındaki dayanışma dolayısıyla bu tarz bir davranışa tenezzül etmezler. Çünkü, "... birbirinizi 'olmadık-kötü lakaplarla' çağırmayın..." (Hucurat Suresi, 11) ayeti iman edenleri böyle bir tavır içinde olmaktan açıkça men etmektedir.

EMANETİ EHLİNE VERMEK VE EMANET EHLİ OLMAK


Kuran'da hem ahlaki bir prensip, hem de yapılacak işlerde başarı sebebi olarak emanet ve emanet ehli kavramları üzerinde durulur. Mümin, kendisine verilen emanetlere dikkatle riayet eder, kendine gösterilen güveni boşa çıkarmaz. Ayrıca, bir emaneti kime vermesi gerektiğini yani kimin emanet ehli olduğunu da iyi teşhis etmesi gerekir. Kuran'da bu konuya şöyle dikkat çekilmektedir: 

Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58) 

"... Kim ahdine vefa eder ve sakınırsa şüphesiz Allah da sakınanları sever" (Al-i İmran Suresi, 76)
Emanet, maddi değeri olan bir mal olabileceği gibi, bir görev ya da sorumluluk da olabilir. Mümin, aklını ve teşhis yeteneğini kullanarak kimlerin emanet ehli olduğunu, hangi emaneti kime vereceğini tespit etmelidir.

KARARLILIK


Müminin en belirgin özelliklerinden biri de, son derece kararlı oluşudur. Hiçbir zaman şevkini, heyecanını yitirmez. Tüm işlerini Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmaktadır. Dolayısıyla hiçbir zorluk onu yolundan döndüremez. İnsanların kendisi hakkında ne düşüneceği de önemli değildir. Tek hedefi Allah'ın rızasıdır; tüm hayatı bu hedefe göre şekillenir. 

Müminlerin kararlılığını Allah çeşitli şekillerde sınar. Örneğin Allah, müminleri eğitmek için geçici bir süre sıkıntı ve zorluk verebilir. Kuran'da bu durum şöyle açıklanır: 

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)

Kesin bir kararlılığa sahip olan mümin, ayette belirtildiği gibi, kendisine isabet eden tüm bu zorluklara sabreder. Kuran'da Allah, müminlerin bu tavrını ayetlerinde şöyle övmektedir: 

Nice peygamberlerle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. 

Onların söyledikleri: "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et" demelerinden başka bir şey değildi. (Al-i İmran Suresi, 146-147) 

Buna karşılık zorluklara göğüs germemek, mümine yakışan bir tavır değildir: 

Senden, yalnızca Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister. (Tevbe Suresi, 45)